Kaynak : Kültür Bakanlığı, Tatar Halk Edebiyatı, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi
Bu soruya doğru bir cevabı ancak dil bilimi güvenli olarak verebilir. Buna güvenilir kaynaklar: Yer adları (toponomika) Skif-Sarmat dil izleri, Türk dilinin İdil-Ural'daki yerli özellikleri. Bu bölgenin yer adlarında Türk ve Fin-Ogur dil izleri göze çarpmaktadır. İran dili de Macar dili de orada iz bırakmamıştır, yani bu iki dilde konuşanlar burada yaşamamışlardır.
Malum olduğu üzere, İdil-Ural bölgesindeki özellikle Türk dili yani Tatar, Başkurt ve Çuvaşların dilleri, başka bölgelerdeki Türk dilinden sözlük, ses ve gramer özellikleriyle epey fark eder. Araştırmaların gösterdiği gibi, İdil-Ural Türklerinin dilindeki bu özellikler Türk ve Fin-Ogur dillerinin uzun zaman birbirine tesir etmesi neticesinde meydana gelmiştir. Bunu Îdil-Uraldaki Fin-Ogur (Mari, Udmurt ve kısmen Mordva) dillerinin özellikleri de ispat etmektedir. Onların da dilleri diğer bölgelerdeki Fin-Ogur dillerinden epey farklı özellikler taşır. Bunlar da yerli Türk ve Fin-Ogur dillerinin karşılıklı tesir etmesi neticesinde meydana gelmişlerdir. İşte buna göre âlimler İdil-Ural bölgesinde birkaç bin yıl boyu Türk ve Fin-Ogur dilleri berabere yaşamışlardır, neticesine varırlar ve bunu da İdil-Çulman dil birliği (Volgo-Kamskkiy yazıkovoy soyuz) diye adlandırarak iki taraftan da (Türk ve Fin-Ogur) sözlük, ses ve gramer özelliklerini belirlemeye başlamışlardır (Serebrennikov B.A., 1972; Zekiyev M.Z., 1987, 176-180; Zekiyev M.Z., 1990,192-197).
İki farklı sisteme ait dillerin birbirlerine tesir etmeleri için birkaç bin yıl gerekir. Eğer bunlar karşılıklı olarak pek çabuk, yani birkaç yüz yıl içinde tesir edebilecek kadar yakınlaşsalar, çoğunlukla bir dil galip çıkar, diğer dilin sahipleri bu galip dili benimserler. İdil-Ural'daki Türk ve FinOgur dilleri arasında birbirini asimile edecek derecede sıkı münasebet olmamış ve bunlar esasen yan yana yaşayıp birbirlerine sözler vermişler, ses sistemine de gramer şekillerine de yavaş yavaş ve birkaç bin yıl boyunca tesir etmişlerdir. Çünkü dili konuşanlar barış içinde, yani birinin diğerini ezip yok etme maksadı olmadan yakınlaşıp yaşamayı bilmişlerdir. Buna göre İdil-Ural'daki Türklerin dili Fin-Ogur tesiriyle Fin-Ogur dilleri de Türkçe'nin tesiriyle epey değişmiş, kendine has özelliklere sahip olmuştur. İşte bunun için İdil-Ural'daki FinOgur ve Türk dillerinin birliği burada binlerce yıl evvel şekillenmiştir, demek mümkün olmaktadır. Yani tarih biliminin ulaşacağı eski devirde Tatar, Başkurt, Çuvaş, Mari, Udmurt ve kısmen de Modvaların ataları burada yaşamışlardır ve herhangi bir yerden gelmemişlerdir.
"Gelmek"ten bahsedince şunu da belirtelim ki, bugün şu veya bu halkın tarihî hakkında kim konuşursa sözüne "bizim atalarımız filan yerden gelmiş" diye başlamayı seviyor. Tabii ki en önce insanlar bir yerde şekillenip başka yerlere yavaş yavaş göçmüşler, bu gelişmeyle de bir kökten çıkan insanlığın türlü ırkları, çeşitli dil grupları meydana gelmiştir. İnsanların belli bir yere alışıp yaşamak ve çoğalmaktaki sırlarını düşününce, onların durmadan göçüp durmaları için hayatta ihtiyaç olmamış, sadece yerleşme ihtiyacı olmuştur. Buna göre halklar, gayri tabii bir hal çıkmazsa, göçmemişlerdir. Yani her hangi bir halk şuradan gelmiş, buradan gelmiş diye açıklama gayreti bizzat gayrı tabii bir şeydir.
Fakat herhangi bir halkı kendi toprağında yabancı gibi gösterme gayreti, koloni siyaseti için pek gerekli olmuştur. "Herhangi bir halkın vatanını işgal et, o, zaten kendi yeri değil, buraya o da başka bir yerden gelmiştir!" İşte her halk bir yerden gelmiştir şeklindeki muhaceret teorisi tam bu koloni ve işgal devrinde güçlendiriliyor. İşte bu hastalık bizim tarihçilere de yapışmıştır ve bunun aslını düşünmeden, iki sözde bir, bizim atalarımız Baykal ötesinden, Altay'dan, Orta Asya'dan veya Kafkasya ile Azak Denizi taraflarından gelmişler diye tekrar etmeyi seviyorlar. Bu bizim kasıtlı resmî tarihin icat ettiği manasız bir görüştür.
ği manasız bir görüştür. Atalarımız şuradan gelmiş, buradan göçmüş diye konuşma âdetinin bir ters manası daha var. Resmî tarihte halkları iki türe ayırırlar, yerleşik ve göçebe hayat yaşayanlar diye. Yerleşik hayattakiler, daha eski, daha kültürlü halklar, bunlar şehirler kurmuşlar, insanlık medeniyetine büyük katkıları olmuş, devlet kurup bunun etrafında başkalarını da birleştirerek sadece kendilerini değil başkalarını da mutlu etmişlerdir.
Göçebeler ise daha sonra şekillenmiş genç halkalardır, hep göçüp durmuşlar, kendi kendilerini çalışarak doyuramamışlar, yerleşik hayattaki komşularına her zaman hücum edip zenginliklerini talan etmişler, göç edip durdukları için şehirler de kuramamışlar, insanlık medeniyetinde bir payları da olmamış, devlet kurma kabiliyetleri de yokmuş, ancak medeni halkların kurup verdiği devletlerin bünyesinde yaşamaları mümkün olmuş. Dolayısıyla onlara boyun eğdirmek, topraklarını koloniye çevirmek, bu göçebelere mutluluk getirmiş, medeniyeti getirmiştir. Bu kadar da değil, göçebeler, kendilerini doyuramayıp komşularına hücum ederek yerleşikleri rahatsız ettiği için, yerleşikler buraları bu vahşi göçebelerden "azad etmek" gibi"mukaddes" bir şey yapmışlar, diye anlatılır. Bunu anlamayan ve resmî tarihi anlamaya çalışan genç tarihçilerimiz, radyo-televizyona da çıkarak, Tatarların ataları dışardan gelmiştir, göçebe ve vahşidirler, komşularına hücum ederek hep rahatsız etmişlerdir, diyorlar ve bunları yazıyorlar. Bu yanlışa dayanarak tarihî romanlar da yazıldı bizde. Dolayısıyla bu hataları düzeltmek çok zor ve uzun zaman alacak.
Bu paragrafa bir netice vererek şunu söylemek mümkün: Tatar, Başkurt, Çuvaş, Mari, Udmurt ve Mordva dilleri Milattan çok önce, İdil-Ural bölgesinde teşekkül etmişler, onları ayırarak şuradan gelmiş, buradan göçmüş filan diyemeyiz; çünkü onların hepsi de uzun zaman beraber yaşamışlardır, İdil-Ural'a da beraber gelmiş olmalıdırlar. Ancak, bu haldeyken onların dil birliği korunabilirdi.
Türk, Fin - Ogur dil birliği teorisi şunu anlatmaktadır: Tatar, Başkurt, Çuvaş, Meri, Udmurt ve Mordva dilleri Milattan çok evvel buralarda yaşamışlar, göç edip gelmemişler, yani göçebe değillerdir. Göçebelik de şu veya bu kavmin belirtisi değil, belki herhangi bir kavmin tabii-coğrafî şartlarla yaşayabilmesi demektir. Hayvan yetiştirmek için türlü yerlere göç eden halkların da yaylağı var kışlağı var, yani doğup büyüdüğü kendi yeri var, hayvanla nereye giderse gitsin orada dolaşıp gelir. Yani vatanını terk edip göçme, hele hele "büyük göç" teorisi, tarihçiler tarafından uydurulmuş ve politika için çok gerekli bir uydurmadır. Sadece göçebe olarak göz önüne getirilen Türk kabileleri ve halkları Doğu Avrupa, Orta ve Küçük Asya'ya her yüz-yüzelli yılda bir gelip birbirlerinin yerine geçmemişlerdir, sadece halkların kavim adları değişmiştir. Tarihin kulaçlarının yettiği kadar bir eski devirde İdil - Ural'daki Türk'ler, Fin-Ogurlar, değerleriyle birlikte Kimmer, Skif, Sarmat kavim adları altında malum olmuşlardır.