
Kirmen Dergisi, Yörük Türkmen Kültür Tanıtma ve Dayanışma Derneği yayınıdır.
SAYI: 1
NASİHAT
Şeyh Edebalı'nın Osman Bey'e Nasihatından

Oğul;
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğa, gün batarken ölürler! Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. İki paralık güneşe aldanıp sonra da karda, ayazda kavrulup gitme! Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin!
Ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgarında savrulur gidersin.
Her işin gereğini vaktinde yap!
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma!
Gördün söyleme, bildin bilme!
Sözünü unutma! Sözü, söz olsun diye söyleme!
Ananaı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibar olmaz.
Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşadakiler kadar emniyette değildir!
Düşmanını çoğaltma, düşmanlığın başını da sonunu da sen belirle!
Haklı olduğunda kavgadan korkma!
Bilesin ki;
Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!
İLK TÜRK TOPLULUKLARINDA HAYAT TARZI
İlk Türk devletlerinde görülen göçebe bozkır yaşantısı, Türkler’in son derece müca-deleci ve pratik olmalarını sağlamıştır. Orta Asya’nın geniş bozkırları Türkler’i göçebe hayat yaşamaya zorladığı için, ilk Türk devletlerinde yaygın olarak bu tür bir hayat tarzı görülür.
Göçebelik konusu, yani Türkler’in aslen göçebe bir kavim olduğu kanaati ilim dünyasınca yaygındır ve Türk ilim adamları arasında bu kanaate katılan oldukça fazladır. Halbuki göçebeliğin, ekonomik faaliyeti dışında sosyal muhtevası henüz iyi bilinmeyen bir cemiyet tipi olduğu gözden kaçırılmakta; Türk milleti hakkında hüküm verilirken de yalnız ekonomik görüntüler etkisinde kalınmaktadır.
Birçok araştırmacı, Türkler’in yerleşik hayata geçmeyişlerini, yabancı kültüre, yani Çin’in etkisine bağlamaktadır. Aksi halde Türkler, bunu yüzyıllarca önce gerçekleştirebilirlerdi. Orhun Kitabeleri’nde şehir anlamında “ balıg-balık ” kelimesi geçmektedir.(otuz yaşıma Bış Balık tapa süledim. = otuz yaşımda Beş Balık’a doğru ordu sevk ettim.) Buradan da anlaşılıyor ki Türkler , “ Beş Balık ” adlı bir şehre sahiptiler. Bu bilgiler bize eski Türkler’in bir yanda göçebe, öte yanda yerleşik hayat kuran ikili bir toplum yapısına sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Tarihimizin eski vesikaları, az ve karanlık idi. Türkler’in şehir hayatı ile olan ilgilerini ise, kesin çizgileri ile belirtmek zordur.
Ancak, eski Türkler, yaylak hayatı dışında kışın barınmak üzere evler inşa etmişlerdir. Asya Hunları’nın kurban için binalar yaptıklarını kaydeden Çin kaynaklarına göre Göktürk Kağanları’nın sağlam merkezleri vardı. Türk Hükümdarlarının biri yaylaklarda, öteki vadilerde, su kıyılarında olmak üzere iki merkezleri bulunurdu.
Türkler’de yaylak ve kışlak hayatı vardı. Bozkır coğrafyası ve paralelinde gelişen sosyo-ekonomik yapı, hayvanlara otlak bulma ihtiyacını ortaya çıkarmış, böylece yaylanın önem kazanmasına tek sebep olarak ,”hayvan otlağı” olması gösterilmiştir.
Eski Göçebe Türk topluluklarında ağır ev eşyaları yoktu. Pratik ve hayvanlara kolayca yüklenebilen eşya bulundurabilirlerdi. Atlı göçebelerde,özellikle halıcılık ve kilimcilik çok gelişmişti.
Bozkırlı Türkler’in başlıca gıdası et idi. En çok at ve koyun eti yenirdi. Bol miktarda et üreten Türkler, bunu uzun süre korumak için konserve yapmayı öğrenmişlerdi. En ünlü Türk içeceği kısrak sütünden yapılan Kımız idi. Sebzeye karşı fazla istek duyulmazdı. Sütlü darı, peynir, yoğurt aslında bozkır yemekleri idi. Çinliler yağ yemesini Türkler’den öğrenmişlerdi.
Bozkır Türk giyim eşyasının başlıca malzemesi koyun, kuzu, sığır,tilki vs. derisi ile koyun, keçi,deve yünü idi. Eski Türkler bez dokurlar,giyecek için kendir yetiştirirlerdi. Yün kumaş ve bezden elbise,çamaşır giyerlerdi. Romalılar keten gömlek giyildiğini ilk defa Hunlar’da görmüşlerdi.
Türk Toplumlarında Sınıflaşma var mıdır ?
Eski Türk topluluklarında derin bir sınıf ayrılığı ile sınıf mücadelesi görülmemiştir.
Eski Türk yazıtlarında “ Kara kemikli budun ” deyimini gören bazı Rus bilginleri eski Türkler’de sosyal bir sınıfın ve ayrıca bir sınıf mücadelesi olduğu sonucuna varmışlardı.
Belgeleri ve gerçekleri bir tarafa bırakarak, tek bir deyime ve söze dayanıp neticeler çıkarmak , herhalde ilmin metodu ile ters düşmektedir.
Bozkır Türk devletlerinde, hemen her Türk savaşçı durumunda olduğundan ve askerliğe özel bir meslek gözü ile bakılmadığından bu özellikte sınıflaşmayı önlemiştir.
VI. Asır Çin yıllıkları, Göktürkler hakkında, “ her ne kadar göçebe iseler de her kabilenin kendine ait arazisi vardı ”derler. Nitekim bu toprakların mülkiyeti kabileye ait olup boy beyleri tarafından idare ve taksim edilirdi. Toprağa bağlı aristokrat sınıf olma-
mıştır. Ferdi mülkiyet görülmekle beraber, toprağa bağlı kölelik görülmemiştir.
Eski Türk toplum yapısında Boy’un idaresi Bey ‘lerin elinde idi. Ancak beyler seçim yolu ile işbaşına gelirdi. Beylik, sülale takip etmiyordu. Kısaca bey olmak için asil olmak gerekmiyordu.
Türk tarihinde kurulan Türk devletleri, Türk halkının isteği ile kurulmuş ve halkın yararına idi. Türk tarihinde müşterek bir faydacılık ve kazançları paylaşma hırsı ve önde ge-
len şeydi. Fakat faydacılık da bir ideal ve disiplin altında olurdu.
Ayrıca Bozkırlarda yaşamak ve hayatı devam ettirmek, karşılıklı dayanışmayı ve işbirliğini gerektiriyordu. Bu sebepler ve diğer toplum özellikleri dolayısıyla, eski Türk top -lumlarında sosyal sınıflaşma ve sınıf mücadelesi görülmemiştir.
Hüseyin ASKER - Kirmen Dergisi Sayı 1
Kıymetli Hocam,
Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Dönem başında konumuz İslâmiyet öncesi sözlü ürünlerdi. Ardından destanlar konusuna geçtik. Ben bu konuda Sayın [Prof. Dr.] Umay Günay’ın makalesini öğrencilerime verdim. Makalenin sonuna ise [M.] Necati Sepetçioğlu’nun ‘’ (İrfan Yayınevi, 1998) adlı eserinden yapay destanlara birkaç örnek ilâve ettim. Ancak o kitapta ve diğer kaynaklarda yapay destanlar konusunda tam bir birlikteliğin olmadığını fark ettim. Bütün kaynaklarda ortak olarak verilen destanları misal olarak verdim. Ancak bir öğrencim bir hafta sonra Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Eski Türk Edebiyatı dersleri veren Prof. Dr. İ. Çetin Derdiyok’un [internet] sitesinden bu konuyla ilgili bir doküman getirdi (http://brahms.emu.edu.tr/cderdiyok). Orada ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Cebber Oğlu Mehemmed’ [Attilâ İlhan] şiiri yapay destan olarak zikrediliyordu. Gerçekten şaşırdım. Yapay destanlardan biri olan ‘İlyada’yı (Can Yay. 592 s.) ve ‘Üç Şehitler Destanı’nı [Fazıl Hüsnü Dağlarca] (276 sayfa) düşündüm. Diğer taraftan Mehmet Âkif Ersoy’un altıncı kitabının ‘Âsım’ bölümündeki ayrı bir başlık halinde bile yer almayan iki sayfalık manzum parçayı ve ‘Cebber Oğlu Mehemmed’ şiirini düşündüm. Arada büyük farklar olduğunu düşünüyorum. ‘Çanakkale Şehitleri’ şiirini lise yıllarında ezberlemiştim ve her sene bu şiiri tahlil etmeye çalışırım. Ancak ‘Çanakkale Şehitleri’ (Halk şiirinde hece ölçüsü ile yazılan destana da benzemiyor) ile ‘Cebber Oğlu Mehemmed’in hem hacim hem de destanda bulunması gereken özellikler bakımından destan niteliğinde olmadığını düşünüyorum. Bu konuda bizleri aydınlatmanızı istiyorum. Vaktinizin değerli olduğunu biliyorum; ancak birkaç cümle ile de olsa cevap yazarsanız memnun olurum. Çalışmalarınızda başarılar. Saygılarımla...
İsim Saklı - Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
BAŞLARKEN
Sayın Okurlarımız,
Türk kültürünün zenginliği içerisinde yer alan Yörük kültür ve tarihinin çok eskilere dayandığı bilinmektedir.
On birinci yüzyılda Orta Asya’dan göç eden ve göçebe hayat yaşayan Oğuzlar, İran’dan geçerek, 1071 yılından sonra Anadolu’ya geldiler. Burada da eski hayat tarzlarını aynen devam ettirdiler. İlk zamanlar Türkmen adıyla anılan Oğuzlar’ın bir kızmı yerleşik hayata geçti. Anadolu’nun İslamlaştırılıp Türkleştirilmesi sırasında, Oğuz boyları, Anadolu’nun her tarafına yayıldı. Bir kısmı yerleşik hayata geçerek Türkmen adını aldı, bir kısmı da göçebe hayatını sürdürüp Yörük ismiyle anıldı.
Anadolu Selçukluları ve beylikleri dönemlerinde, Yörüklerden askeri güç olarak faydalanıldı. Selçuklular ve Osmanlılar, Yörükleri sistemli bir şekilde toprağa yerleştirmeye çalıştılar. Osmanlılar’ın Rumeli’ye geçişinden sonra, Yörüklerin önemli bir bölümü de Rumeli’ye göç ettirildi. Sultan I. Murad Han zamanında, Saruhan’dan, Serez taraflarına kalabalık gruplar halinde sevk edilen Yörükler, iskan edildikleri yeni bölgelerde, yabancı unsurlar arasında bir dayanak noktası teşkil ettiler ve ileride yapılacak fetihlere yardımcı oldular. Yörükler’in Rumeli’ye geçirilmeleri, Yıldırım Bayezıd han devrinde daha yoğun bir şekilde devam etti.
Tarih aynasına baktığımızda görürüz ki; dünyada yaşayan milletler içerisinde en yüksek ahlak değerlerine sahip olan millet “Türk Milleti”dir. Bu görüşte, İslam ve Hristiyan tarihçileri hemfikirdir. Türk Milleti’nin tarih boyunca sürekli ve uzun ömürlü büyük devletler kurması, onlardaki bu yüksek ahlak ve manevi üstünlükleri ile mümkün olmuştur.
Yörükler, mensup oldukları Oğuz boylarına göre isim alırlardı: Kayı, Bayat karaevli, Alkaevli, Yazır, Döğer, Dodurga, Yaparlı, Kızık, Beğdili, Karkın, Bayındır, Peçenek ( Beçenek), Çavuldur, Çepni, Eymir, Alayuntlu, Yüreğir, İğdir, Beğdüz, Yıva ve Kınık isimleri, Yürk boylarına ait isimlerdir.
Bugün Anadolu’daki birçok mezra, köy ve kasaba, isimlerini bu Yörük boylarının isimlerinden almıştır.
Yörükler, umumiyetle Orta, Güney ve Batı Anadolu’da yerleşmişlerdi. Bugünkü Sivas, Ankara, Bolu, Kastamonu, Afyon, Uşak, İzmir, Aydın, Antalya, Konya, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Adana, Hatay, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerinin bulunduğu geniş bir sahaya yayılmışlardır. Büyük gruplar halinde yaşayan Yörükler, ayrıca birçok tali kollara ayrılmışlar ve çeşitli yerlere dağılmışlardı.
Eski ananelerini ve halen konar – göçer yaşayışlarını sürdüren Yörükler de vardır. Bilhassa Orta Toroslar üzerindeki Bulgar (Bolkar) Dağlarının eteklerinde bulunan, Güzel Oluk, Yağ Dağ, Karagül, Eğri Çayır Perçengediği, Sarıtaşgediği, Konçagediği, Baydoğan, Düden, Çatalca, Dikmen, Yağlıpınar, Bastırık, Dedeli, Barçın, Alaçayıt, Cumayalık, Konurcuk yaylalarında; yine Toroslar üzeirndeki Aladağlar eteğindeki Üçkapılı, Demizkazık, Baş Yayla, Alagöl, Göşdere, Dönberi, Taşhan, Tekir ve Namrun yaylalarında; Kozandağı eteklerindeki Uyuzpınarı, Seyhan nehrinin kolu Zamantı Suyu’nun yamaçlarındaki Şırhlı, Yeniköy, Bakır Dağı, Kurşun Dağı, Çataloluk, Dereşimli, Gölalan, Çadıryeri, Boncuklubel, Boyduran yaylalarında; Binboğa Dağlarındaki Ayran Pınarı, Yedikardeş pınarı, ALapınar, Karagöl, Yaylaklı, Kemerli gibi yaylalarda; Nurhak Dağlarındaki Gülkice, Akpınar, Beysöğüt, Yamrıtaş, Isırganlı, Yapraklı ve Abes yaylalarında yarı konar göçer halde yaşamaktadırlar.
Sayın okurlarım, Yörüklerin tarihçesini kısaca anlatmaya çalıştım. Gelelim geçmişten gelen kültürümüzün bugünlere taşınmasındaki yerimiz, Osmaniye Yörükler Kültür Tanıtma ve Dayanışma Derneğinin bugünkü haline gelişi; Osmaniye’de çalışmalarını sürdüren iş adamı Makine Mühendisi Ali SAÇIKARA tarafından kurulan Yörükler Derneği ve Emekli Abdullah AYDINLI tarafından kurulan Osmaniye Tekeli Yörükler Kültür Tanıtma ve Dayanışma Derneği’nin birleşimi ile Osmaniye Yörükler Kültür Tanıtma ve Dayanışma Derneği olarak başkanlığımda yürütülmektedir. 35 kişilik üst kurulumuz vardır. Derneğimizde gönüllülük esastır. Bu çalışmalarımıza üye olan ve üye olmayan gönüllü dostlarımıza, Derneğimiz Yönetim ve üst Kuruluna ve bizleri yalnız bırakmayanlara teşekkürlerimi sunar, başarıların devamını dilerim.
Amacımız, dilimizin, dinimizin, tarihimizin, kısaca; kültürümüzün korunması, bayrak ve vatan sevgisinin gönüllerde yer etmesi, devletimizin güçlü milletimizin mutlu olmasıdır.
Yörük Kültürü, kısa tarihi ve derneğimiz ile ilgili bazı bilgiler verdikten sonra, dergimizin bu ilk sayısında “Türk Kültürü ve İlmine” okyanusta bir damla misali vereceğimiz hizmetin onurunu duyarak; bu çalışmamızda emeği geçen tüm arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Yakup Korkmaz
Osmaniye Yörükler Kültür Tanıtma ve Dayanışma Derneği Başkanı
Kirmen – 3 Aylık Kültür Sanat Dergisi
Yıl: 1 Sayı : 1
Nisan – Mayıs – Haziran 2006
Dernek Adına Sahibi : Yakup Korkmaz
Yazı İşleri Müdürü : Hasan Tosun
Yayın Kurulu : Yakup Korkmaz, Hüseyin Asker, Süleyman Tataroğlu, Oğuzcan Gamga, Mehmet Tekin
İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE EKONOMİK HAYAT
Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi’nde eski Türklerin ekonomik hayatlarını, özellikle üretim açısından, dört tipe ayırmaktadır. Bunlar:
1- Avcı Türkler
2- Sürü sahibi Türkler
3- Çiftçi Türkler
4- Sanatkâr Türkler
olmak üzere sıralanabilir.
Ziya Gökalp’ın bu sınıflamasına karşılılık, başka araştırmacılar iktisadi hayatı; at ve koyun, beslenme, giyim, demir, el sanatları, şehir, ticaret, ziraat gibi konular çerçevesinde incelemiştir.
Bir başka araştırmacı, sadece Uygurlarda ziraat ve hayvancılık, elbise, kumaş ve madencilik gibi konulara değinmiştir.
Bozkır Türk Ekonomisinin esasını, yüksek ovalar ve yaylalar olan bozkır coğrafyasının iklim şartları icabı, çobanlık ve hayvan besleyicilik teşkil etmiştir. Yetiştirilen hayvanların başında at ve koyun geliyordu. Oğuzların iktisadi faaliyetleri, göçebe hayat tarzına bağlı olarak gelişme göstermiştir. Bu yaşayış tarzına bağlı olarak hayvan yetiştiriciliği ön plana çıkmıştır. Bu sebeple onların servetlerini koyun sürüleri, yılkılar (at sürüleri), develer ve hatta sığır teşkil ediyordu.
İlk Türk topluluklarında ekonomik hayat sadece hayvancılığa dayalı değildi. Hunlar esas itibarı ile göçebe bir kavim idiler. Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre, Hunlar sürüleri ile meşgul olurlarken,bu meşgalelerinin yanında ekip biçmeyi de ihmal etmiyorlardı. Altay bölgesinde Hun çağına ait çeşitli sulama kanallarına rastlanmıştır. Göktürk çağına ait ise, ele geçen buluntular arasında ziraat aletleri ele geçmiştir. Yine Çin kaynaklarına göre, Hunlar darı ekip biçiyorlardı. Bir Çin yıllığı, şiddetli soğuk yüzünden bir sene Hun topraklarında ekin ermediğini yazar. Göktürkler’de her ailenin ekip biçtiği, suladığı arazisi vardı. Kapgan Kağan’ın Çin ile yaptığı 698 tarihli antlaşmanın bir maddesi, Çin’in Göktürkler’e üçbin ziraat alet ile 100 bin “ hu” (yaklaşık 1250 ton) tohumluk darı teslim etmesi hükmünü taşıyordu.
İslam öncesi Türk topluluklarında hayvancılık ve ziraatin yanısıra , madencilik , ticaret ve el sanatları da önemli yer tutmakta idi. Demir madenini ilk Türkler’in işlediği kabul edilmektedir. Hunlar’ın, Göktürkler’in , Uygurlar’ın ve diğer Türk topluluklarının bu konularda faaliyet gösterdikleri bilinmektedir.
Hüseyin ASKER - Kirmen Dergisi Sayı 1
Türk Destanları Hakkında
(Bir Mektup Münasebetiyle)
Prof. Dr. İsmail Görkem
Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Türkiye’nin -ismi bizde saklı- bir ilindeki Anadolu Lisesinde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yapan bir meslektaşımdan, elektronik bir mektup (ileti) aldım. Mektubunda Türk destanları hakkında bazı sorular soruyor ve bunların cevabını vermemi istiyordu. Meslektaşımın mektubunu, kendisine 'ceffelkalem' yazdığım cevabı, ayrıca Türk destanları hakkındaki görüş ve düşüncelerimi bu yazıda sizlerle paylaşmak istiyorum.
Meslektaşımız, mektubunda belli başlı şu meseleler üzerinde durmaktadır:
1- Destan nedir, bu ‘tür’ün karakteristik özellikleri nelerdir?
2- ‘Destan’ türü, zaman içerisinde bir anlam genişlemesine uğramış mıdır?
3- Yapay destan nedir? Homeros’un ‘İlyada’ ve ‘Odyssisa’sı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Üç Şehitler Destanı” ve Attilâ İlhan'ın ‘Cebber Oğlu Mehemmed’ şiiri ‘yapay destan’ olarak kabul edilebilir mi? Mehmed Âkif Ersoy’un ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirini ‘destan’ sayabilir miyiz?
1-Güzel sanatların önemli bir dalı da 'edebiyat'tır. Edebiyat; fikir, duygu, düşünce ve hayallerin güzel ve etkili bir biçimde ifade edilmesi sanatı olarak tanımlanabilir. Bu tanımdan hareketle edebiyatı, ifade vasıtaları bakımından 'yazılı edebiyat' ve 'sözlü (şifahî/oral) edebiyat' olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Konu Türk milleti olunca, o milletin 'sözlü edebiyat'ının da, 'sözlü' olarak yaratılmış, usta-çırak geleneği dairesinde öğrenilmiş/öğretilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılmış 'Türk Halk Edebiyatı' ürünleri olduğu anlaşılmalıdır. Bu ürünler; 'Anonim', 'Âşık' ve 'Tekke' Edebiyatı olarak, üçlü bir tasnife tabi tutulmuşlardır. ‘Folklor’un diğer faaliyet alanlarında olduğu gibi bu bölümlere ait folklorik ürünlerde de ‘sözlü olma’, ‘geleneğe bağlılık’, ‘çeşitlenme’, ‘anonimleşme’ ve ‘kalıplaşma’ görülür (bk. Dursun Yıldırım, “Türk Folklor Araştırmalarının Problemleri”, Türk Bitiği: Araştırma / İnceleme Yazıları, Akçağ Yay., Ank. 1998, s. 68-69).
Bir milletin ‘bir’ destanı mı yoksa, ‘birden çok’ destanı mı vardır? Bu tartışmanın Türk edebiyatı tarihi için de mevcut olduğu bilinmektedir. Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, Türk destanlarında görülen ‘konu benzerliği’nden ve ‘bir’ millet ve ‘tek’ destan olacağı varsayımından hareketle, bir tek ‘Türk destanı’ olduğu kanaatindedir. Tarih öncesi dönemde Türklerin ‘şölen’, ‘yuğ’ ve ‘av’ (sığır) gibi, toplum üyelerinin hemen tamamının iştirak ettiği büyük törenler tertip ettikleri, bu törenlerde ‘şaman’ların önemli görevler ifa ettiği bilinmektedir. Zaten daha sonraları yapılacak ‘ozan-baksı geleneği’ şeklindeki isimlendirmede de, söz konusu sanatkârların ‘şairlikleri’ ile ‘destan/hikâye anlatıcılıkları’na göndermede bulunulduğu açıktır.
Sözlü edebiyattaki ilk ürünlerin ‘mitolojik’ metinler olduğu söylenebilir. Fakat bu ürünleri -‘gelenek’in ‘tür’ün icra töresi olduğu gerçeği dikkate alınarak- ‘tür’ bakımından ‘sabitlenmiş’ metinler olarak görmek mümkün değildir. Mitolojik metinlerin ‘destan’ türünü besleyen ön önemli kaynak olduğu, bir hakikattir. ‘Destan’lar –kanaatimce- milletlerin en eski ve ilk ‘edebî tür’leridir. Ayrıca bu ‘tür’de nazım, hece ölçüsüyle ve müzik âleti eşliğinde icrâ vb. gibi bazı hususların da önemli olduğu bir hakikattir.
Türk destanlarına yukarıda belirtilen çerçevede bakıldığında, ‘Manas Destanı’ hariç tutulacak olursa, bize intikal eden metinlerin büyük çoğunluğu, birer tarihî rivayetten öte gidemeyecektir. Bir başka yanlış anlama da, bu ‘tarihî rivayet’ ve ‘destan’ metinlerinin birer ‘tarih belgesi’ gibi kabul edilmesi eğilimidir. Bu bakış açısı yanlıştır; çünkü bu metinler, ancak birer ‘edebî metin’ olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla ‘sadece’ bu metinlerden hareketle, bir takım tarihî hakikatlere ulaşmak doğru değildir. Türk tarihinde, yaşadığına inanılan/bilinen bazı kahramanların hayatları etrafında ‘destan’ veya ‘destanlar’ teşekkül etmiştir. Bu destanların ‘çekirdek’ kısımları doğrudan ‘tarih’ ile ilişkilidir. Ama bu kahramanların daha çok isimleri muhafaza edilerek, günümüze doğru farklı zaman ve mekânlarda ‘yeniden üretim’ (re-production) işlemine tâbi tutuldukları söylenebilir. Dolayısıyla biz bugün bir ‘destan’ metni içerisinde -ismi aynı veya farklı da olsa- farklı tarihî kişileri az-çok ayırt edebiliriz. O zaman yaşayan milletin belleğinde derin izler bırakan bir takım olaylar, sonraları ‘ozan/baksı’lar tarafından, bir müzik âleti (kopuz) eşliğinde ‘sanat eseri’ kalıbına dökülmüş; farklı sanatkârlar tarafından söylenen bu farklı ‘metin’ler halk arasında asırlarca –tekrar tekrar- icrâ edilmiştir. Daha sonraları, bir güçlü ‘ozan/baksı’ çıkarak bu anlatılan ‘hikâye’yi bir tertip ve düzene sokmuş veya yeniden nazma çekmiştir. (Manas Destanı, bu anlatılan üç aşamayı da yaşamış tek Türk destanıdır).
2- Türklerin İslâmiyet’i kabulünden sonra, eski Türk destan geleneği ile Asr-ı Saadet devri kahramanlıklarının hikâye edildiği ‘metin’lerin -Araplardan Farslara ve onlardan da biz Türklere intikal eden çeviri ve telif eserler- bir bireşimi olan ‘Battal-nâme’, ‘Dânişmend-nâme’ ve ‘Saltuk-nâme’ gibi eserler de eski Türk ‘sözlü’ destan geleneğinin bir devamı mahiyetindedir. Eski destanlarda görülen ‘alp’ tipi örnekleri, bu dinî-destanî metinlerde ‘gazi’ tipi kimliğine dönüşecektir.
‘Destan’ türü daha sonraları bir anlam genişlemesine uğramıştır. Aslen Farsça olan bu terim, örneklerini XIV. yüzyıldan itibaren görmeye başladığımız, ‘saz şairleri’nin ‘koşma’ tarzında ve daha az hacimli –bazen de mizahî konulu- eserlerine ad olarak verilir olmuştur: Züğürtlük Destanı, Fakirlik Destanı, Kıtlık Destanı vb. (Bu mesele hakkında Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu’nun “Âşık Tarzı Kültür Geleneği ve Destan Türü” (Akçağ Yay., Ank. 2000) isimli kitabına bakılabilir).
3- ‘Yapma/yapay’ destan, ismi bilinen bir şâirin, bir millete ait kahramanlık ile ilgili bir ‘konu’yu ‘şiirleştirme/nazma dökme’ hadisesidir. (Bunlara ‘yazılı destan’ da denilebilir.) Meselâ rahmetli şâir Basri Gocul’un ‘Oğuzlama’ları bu cins eserlerden –kanaatimce- en başarılısıdır. İlyada ve Odysseia isimli destan metinlerinin eski Yunanlı sözel tarihçi Homeros tarafından yazıya aktarıldığı (zabt edildiği) bilinmektedir. (Eski Yunanlıların bugünkü Rumlarla, söz konusu ‘destanlar’ bağlamında hiçbir ilişkisi yoktur). Durum böyle olunca, söz konusu ‘metin’leri birer ‘sözlü destan’ saymak zorundayız. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Üç Şehitler Destanı”, Attilâ İlhan’ın ‘Cebberoğlu Mehemmed’ şiiri birer ‘yapma destan’ ve Mehmed Âkif Ersoy’un ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiiri ise, ‘tema’ olarak ‘destanî nitelikte bir eser’ olarak kabul edilmelidir.
Türk destan kahramanlarının ‘özgüven’leri, ‘irade’leri, ‘cesaret’ ve ‘kararlılık’ları gerçekten her şeyin üstündedir. Destan kahramanı Tanrı’ya inanır ama kendi başaracağı işleri de sadece O’na havale etmez. Yani kendi gücünü ve iradesini ortaya koymadan, her şeyi sadece O’ndan beklemez!.. Rahmetli H. Nihal Atsız “Türk Edebiyatı Tarihi” kitabında bilimsel olarak Türk destanlarını başarıyla incelemiştir. Onun “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi” isimli eserleri ise, ‘roman’ formatı içerisinde Türk destanlarının anlatıldığı başarılı eserlerdir. (Roman sonraki baskılarda “Bozkurtlar” adıyla ve tek cilt olarak neşredilmiştir). Bir zamanlar, ülkemizin –solcu- aydınları Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunları tahlil ederlerken, çocuk yaşlarında okudukları bu romanın kendilerine ‘derin/engin’ bir ‘bakış açısı’ sağladığını söylemişlerdi.
Almanya Eski Başbakanı Helmuth Kohl’ün bir sözünü ve bu sözün hikâyesini yıllar evvel Hürriyet gazetesinde “Yeter Söz Milletin” köşesinde Yalçın Bayer’in kaleminden okumuştum. 1990’lı yıllarda Türkiye’yi ziyareti esnasında, devlet erkânı, Başbakan Kohl’e İstanbul’da Boğazı gezdirmektedir. Eski TRT Genel Müdürü Cem Duna o sıralar AB Türkiye Temsilcisidir. Gazeteciler Kohl’e ‘Türkiye’yi AB’ye alacaklar mı?’ diye sorar. Onun bu soruya cevabı –meâlen- şöyledir: “Dürüst olarak cevap vermemi isterseniz, söyleyeyim: Türkiye’yi AB’ye almazlar!” Gazeteciler bunun sebebini sorunca, Kohl onlara şu cevabı verir: “Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler, biz Avrupalıların beğenip de çalışmadığı en kötü işleri yaparlar. Birkaç ay çalıştıktan sonra, önce kazandıkları paranın birazını memleketine, ailelerine gönderirler. Daha sonra ise, ilk düşündükleri şey şudur: ‘Bu çalıştığım fabrikaya (iş yerine) nasıl ortak (sahip) olabilirim?’. Hâlbuki bir Alman işçisi, yılın 11 ayında âdeta “eşek” gibi çalışır ve sonunda da bir ay tatil yapar. 11 ayda kazandıklarının tamamını, tatil yaptığı o bir ayda yer (harcar). Hiç şüpheniz olmasın ki, sizin insanlarınız da bu hâle gelince, Türkiye AB’ye girecektir!.”. İşte okur-yazar bile olmayan Türk insanına bu bakış açısını, mensup olduğu Türk kültürü, özellikle Türk dili ve Türk töresi kazandırmaktadır.
Yazımızı bir başka tarihî ‘rivayet’i aktararak bitirelim: Yanında bulunan hocalar-âlimler Fatih Sultan Mehmed’e, İstanbul’un fethi tamamlandıktan sonra, ‘bizim dualarımız olmasaydı, İstanbul’u zor fethederdiniz’ mealinde imalı sözler söylerler. Fatih de aniden belindeki kılıcını çekip kınından çıkarır ve onlara –kılıcını göstererek- der ki: “Bu olmasaydı, İstanbul zor fethedilirdi!”. İşte size, destan kahramanı gibi aklını, iradesini ve fiziksel gücünü başarıyla kullanan‘inançlı’ bir insan!
MUSTAFA KEMAL PAŞA ve BİZ
Atatürk, biz Yörüklerin ziyaretinde.
Kirmen Dergisi - Sayı 1

