top of page

I - Beşer Tarihine Giriş

TARİH 1 - 1932 -Mf. V. - TTT 

Sebahattin Öztürkoğlu'nun
aziz ve asil ruhu için...

Halin Mazi İle Alâkası
İnsan bugününü anlamak için dünü bilmeğe; dünkü işleri kavramak için, daha evvel geçmiş günlerin, nihayet uzak zamanların, vak'alarını hatırlamağa mecbur oluyor. Bu suretle, insan, içine bulunduğu vaziyetin, işlerin, hakiki başlangıcını anlamak istedikçe geriye doğru çekildiğini duyar; Asyanın merkez yaylalarında ve oralarda eski zamanlarda yaşamış insanlara kadar gider. Fakat bu da kâfi gelmez; daha geriye, ilk insanlara ve nihayet ilk hayata ve bunun ilk belirdiği yere kadar gider.

Mazi Hakkında Bilgilerimizin Hududu
Fakat bu husustaki bütün bilgilerimizin hududu, nihayet son asırlarda yapılabilmiş olan keşiflerin ötesine geçemez. Ancak hergünkü yeni keşiflerle bilgilerimizin hududunu genişlemektedir.

A. KÂİNAT

İlk İnsanların İptidaî Telâkkileri ve Bugünkü Hakikatler

İptidai insanlar, arzı düz bir yer, semayı da onun kubbesi gibi gördüler. Güneş ile Ayı, bu kubbe üzerinde ve arzın altından dolaşmak suretile mütemadiyen gelip geçer sandılar.

Arzın yuvarlak olduğu anlaşıldıktan sonra da kainatın merkezinde sandılar. Güneşin, Ayın, bütün seyyar ve sabit yıldızların, arzın etrafında döndüğünü farzettiler. İnsanların dünya hakkında fikri 400 sene evveline kadar bu merkezde idi.

Ondan sonradır ki merkezde, arzın değil Güneşin bulunması lazım geldiği ortaya atıldı. Bu hakikat, ancak XVII inci asırda kabul olundu.

Anlaşılıyor ki kâinat ve onun sonsuz genişliği, yani feza, hakkındaki fikrimiz yenidir.

Kâinat

Bugün kâinat dediğimiz zaman, nihayetsiz genişlik ile bunun içinde dönen yıldızları, güneş alemini ve bütün bunların hepsi birden düşünülünce zihnimizde hasıl olan mefhumu, ifade etmiş oluruz.

Kâinatın varlığı, bu uçsuz bucaksız büyüklük, hakiki, şe'ni varlıkların birliğidir. Bu varlıkları birbirine bağlayan, aralarındaki ahengi uyduran zaruri, daimi, umumi kanunlar vardır.

Kâinatın varlığından anlaşılan kuvvet, hareket, kâinatın kanunlarına tabidir.

Tabiat

İşte tabiat, hem kâinatın varlıklarının birliğidir ve hem ayni zamanda, kâinatın kanunlarında tâbi hareket ve kuvvettir. O halde tabiat hem kanunların sahibidir, hem de ayni kanunların tabiidir. Nasıl ki, millet devlettir; bu itibarla kanunların sahibidir ve onları infaz eden kuvvettir; fakat ayni zamanda kendi de bu kanunlara tâbidir.

Bütün varlıklar, tabiatte dahil ve onun kanunlarına tabi olunca, hayat sahibi olan ve her nevi mahlûklar, insanlar dahi şüphesiz bundan hariç ve müstesna olamazlar.

Tabiatin Büyük Kanunu

Filhakika, insan, tabiatın mahlûkudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiate tabi olmaktır. Tabiatte hiçbir şey yokolmaz ve hiçbir şey yoktan varolmaz. Yalnız tabiatı vücude getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın ve tetkikinde bu hakikat pek açık görülür.

Zeka

Fakat şunu söliyelim ki, insanların bütün bilgileri ve inanışları, insanın zekası eseridir. Zeka tabii olan dimağdan çıkar. Bundan, tabiati anlamakta zekanın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatin fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmıyacağı meydana çıkar.

DÜNYA VE HAYAT
Dünya ve Hayat Hakkında Yanlış Fikirler

Bundan 200 sene eveline kadar dünyanın 5 – 6 bin sene önce yaratıldığı ve insanın Basraya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan “cennet”te yaratıldığı zannolunmakta idi.

Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikayelerin, olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyordu.

Artık hayatın 6 bin senelik değil milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır.

Bu anlayış arzdaki kaya tabakaları ile onların arasındaki fosillerin (1) 100 senedenberi, usul dairesinde tetkiki sayesinde olmuştur.

Hayat dünyanın karalarında, denizlerinde ve havasındadır. Kâinatın bizim dünyamız haricindeki yerlerinde, şimdiki halde, hayatın mevcudiyetini kât’i olarak bilmiyoruz.

Dünyanın, Güneşten geldiğini, zamanla şeklini, manzarasını değiştirdiğini ve bu suretle en nihayet, bugünkü  hali aldığını hatırlattıktan sora, şimdi, dünyada hayatın tetkikine geçilebilir.

(1) - Kayalar içinde gömülü kalmış eski devirler hayvan ve nebatlarının taşkesilmiş bakıyelerine veya bunların taşlar içinde şekli kalmış kalıplarına fosil denir.

HAYAT ZİNCİRİ

İlk Hayat İzleri

İlk Hayata ait, bugüne kadar, edinebildiğimiz bütün bilgilerin kitabı “kayalar sicilli”dir . Bu sicille göre en eski kayalar, hiçbir hayat eseri göstermiyor. Çok soraları da kayalarda görülen ilk hayat izleri pek basit şeylerdir. Küçük hayvan kabukları, deniz otlarının sapları gibi.

İlk Balıklar

Daha sora (1-2 milyon yıl süren devrede) denizde ilk balıklar meydana geldi.

Bu devirde, karada henüz toprak dahi yoktu. Bundan soradır ki, karada birden, pek mütenevvi, kalın bataklık nebatları görülür. Bu nebatların çoğu, büyük ağaçlar halinde yosunlar, ağaç büyüklüğünde otlar gibi şeylerdir.

Hem Kara Hem Deniz Hayvanları

Asırdan asra birçok şekilde hayvanlar, denizden karaya çıkmağa başladı. Bunlar hem kara, hem deniz hayvanları idi. Karada bataklıkta yaşarlardı.

Yerde Sürünen Hayvanlar, Kuşlar, İlk Memeli Hayvanlar

Bundan sora dünyanın ikliminde soğuk ve sıcak olmak üzere biribiri ardınca değişiklikler oldu. Bu devirlerde yeni bir hayvan silsilesi türedi. Bunlar, bataklıkta değil, kayalar arasında yaşarlar, yerde sürünürlerdi. Bunlardan başka çok garip büyük hayvanlar da vardı. Bunlar sık ormanların arasında koşuşurlar ve zıpladıktan sora ayaklarını açarak yavaş yavaş inerlerdi.

Bunlar kuş değildiler. Kuşlar, başka bir asıldan geldiler.


İlk memeli hayvanlar da ayni devirde geldi. Fakat bunlar, küçük mahlûklardı.

Bugünkü Hayvanlara ve Nebatlara Benziyen Hayvanların ve Nebatların Görülmesi

Bu devirden sora bir yaz ve büyük bir yeni hayat devresi başladı. Dünyanın haritası, bugünkü dünya haritasına, müphem bir surette benzedi. (İlk hayatın başlangıcından, bugüne kadar geçen zaman, 60 veya 600 milyon sene tahmin edilmektedir.)

Bu yeni devrin başlaması ile, ilk defa dünyada, mer’alar vücut buldu. Mer’alarda ot yiyen hayvanlar meydana geldi.

Bu hayvanlar arasında birtakımları vardı ki, bunlar, sürüler halinde bir arada bulunuyorlar, birbirlerine bakıyorlar, biribirlerini taklit ediyorlar, biribirlerinin hareketlerinden ve seslerinden anlıyorlardı.

İçtimai bir hayatın başlangıcını gösteren bu hayvanlar, dünya yüzünde ilk defa görülüyordu.


Bu devir inkişaf ettikçe, nebatlarının ve hayvanlarının bugün dünyada görülenlere benzeyişleri de arttı. Yavaş yavaş  çirkin ve kaba nesiller, bugünün mütekâmil memeli hayvanlarına inkılâp etti.

Bu hayvan zümresinin başında: sıra ile maymunlar, kuyruksuz maymunlar ve nihayet insanlar bulunmaktadır.

Tesbit ettiğimiz hayat zincirinin başlangıcı ve nihayeti daha aydınlatılmak ihtiyacındadır.
TuvART NOT: Bugün yeni yeni yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalar neticesinde insanın maymun atadan gelmediği anlaşılmıştır. Netice nihai olmamakla birlikte elde edilen güçlü veriler, 2017 yılındaki bir zaman diliminde henüz irdelenmeye başladığı gibi, bugüne kadar insanın maymun atadan geldiği bilimsel verisi üzerinde durulmakta ve genel kabul bu yönde idi. Fakat bu yeni bulguların da henüz tam bir nitelikli rapor halinde açıklanması yapılmış değil. Olasılıklar üzerinde durulmakta ve yukarıdaki bilgiler bilimsel gerçek olarak var-sayılmaya devam etmektedir.

Hayatın Menşei

Çizdiğimiz hayat zincirinin ilk halkasını sularda bulduk. Hayat, sıcak, güneşli, sığ bataklık suda çamur veya kum üzerinde başladı. Oradan açık sulara, denizlere yayıldı. Bu menşe, ilk teşekkül eden denizlerin sahilleri boyunca uzanan göller ve bataklıklar olabilir.

Hayat Nasıl Başladı?

Fakat hayatın, dünya üzerinde nasıl başladığını henüz kat’i surette bilmiyoruz. Hayatın ince, sulu çamur şeklinde ve yarı hayat halinde, tabii şerait altında başlamış ve sora, hissolunmaz surette, yavaş yavaş tamamile hayata mahsus vasıflar almış olması muhtemeldir. Hali hazırda, dünyanın hiçbir tarafında dünyada hayatın teşekkül ettiği milyonlarca sene evel mevcut olmuş bulunan kimyevi ve fiziki şartlar kalmamıştır. Bu sebeple şüphesiz yeniden başlıyan bir hayat yoktur.

Her halde şunu kabul etmek lazımdır ki hayat tabiatin haricinden gelmiş değildir, ve tabiatin fevkinde bir amilin eseri de değildir. Hayat tıpkı suyun buhar olması; bazı cisimlerin billûr hale geçmesi, hararet tesirile toprağın ısınması kabilinden zaruri bir tabiat hadisesidir, ve husulü için lâzım olan tabiî sebepler mevcut olduğu zaman kendiliğinden hasıl olmuştur. 

İnsanın Ceddi

Gördük ki, hayat zincirinin son halkası insandır. Bu zincire nazaran insanın sair memeli hayvanlar gibi, daha basit bir sınıfa ait cetlerin geldiği kanaatine varılır.

Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların müşterek bir cetleri vardır. Bu cet dahi basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan da bir nevi yede sürünen hayvandan ve nihayet bu da balıklardan geliyor. Bunların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidai hücreye dayanıyor.

İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselere müstenittir.

İnsan, doğmadan evel, vücudunun geçirdiği pek garip safhalar vardır ki, onlar bilinecek olursa, bu iddianın sıhhatini kabul etmemek mümkün olmaz. Filhakika rüşeymi hayat ile cenin hayatı devirlerinde insan, evvelâ bir balık olacakmış gibi başlar; yerde sürünen hayvanları hatırlatan birtakım şekillerden geçer; basit memeli hayvanların bünyelerini tekrarlar; hatta  bir müddet için kuyruğu da vardır.

İnsan doğduktan sora dahi, şahsî inkişafında insan olarak başlamaz. İnsanlığa doğru atılmak için, adeta ilk hayvanların yaptıkları gibi çırpınır durur.

Hulâsa insanlar, sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan, çok yavaş yürüyen tekamülle, bugünkü şekle geldiler.

İnsanın bugünkü yüksek zekâ, idrak ve kudreti, milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık o, bugün, tabiatın nihayetsiz büyüklüğüne ve tabiat içinde, kendi nev’inin, mukadderatına, gittikçe büyüyen bir irade ve şuur ile bakıyor.

İNSANLARIN İLK CETLERİNDEN BUGÜNE KADAR GEÇEN NESİLLERİN VARLIK İZLERİ

İnsanların İlk Ceddi

İnsanların ceddi olarak tavsif olunan mahlûk kayalar arasında saklanan koşucu bir mahluk idi. Bu mahlûk kolayca ağaçlara tırmanabiliyor, ayaklarının başparmaklarile ikinci parmakları arasında bir maddeyi tutabiliyordu.

Bu insan ceddinin dünya yüzünde yaşadığı devir; ilk Memeli Hayvan Devri pek eskidir. ( Bizden 4 – 40 milyon sene uzak.)  Fakat bu mahlûk ta tabiî bir cetten iniyordu. Bu cet daha eski bir zamanda (bizden 14 – 140 milyon sene uzak) yerde sürünen hayvanlar devrinde yaşamıştır. Bu hayvan, ağaçlar arasında yaşardı.

İnsanların cetleri olan bu mahlûklara ait olmak üzere bulunan ilk izler arasında en mühimleri bazı taşlar ve bilhassa çakmak taşlarıdır. Bunlar pek kaba tarzda ve elde tutulmak için yontulmuştur.

Bu ilk aletler arasında en eskileri milattan 50,000 seneden daha evelki zamanlara aittir. Fakat bu ilk aletleri yapan mahlûklara ait ne kemiklere ne buna benzer sair izlere bugüne kadar tesadüf edilmemiştir. Binaenaleyh, bu mahlûklara, yalnız eser olarak bıraktıkları bu ilk aletlerin mevcudiyetile intikal ediyoruz.

İlk Mühim İzler

İlk kıymetli eserler zamanımızdan 50,000 sene eveline yakın bir devre ait olmak üzere bulunmuştur. Bunlar, taştan yapılmış baltalar, kazmalar, burgular, bıçaklar, kargılar ve nihayet insana ait olduğuna şüphe olmayan kafatasları ve sair kemiklerdir. Şüphesiz bu insanlar bugünkü nesillere nazaran pek kaba yapılı idiler. Fakat kendilerinden evelki cetlerinden daha az kaba idiler.

50 Bin Sene Evelki İnsanların Hayat ve Maişetleri

50,000 sene evel yaşamış olan bu insanlar devirlerinde soğuklar pek ziyade şiddet peyda edince mağaralarda yaşamağa başladılar. Ateşi çok daha evel öğrenmiş görünüyorlar. Bundan soradır ki, arkalarında çok izler bıraktılar. Bu insanlar o zamana kadar açık havada, su memnalarının yakınlarında, yaktıkları ateş etrafında toplu bulunurlardı. Bu insanlar, yeni ve şiddetli soğuklar devrinin şartlarına kendilerini uydurabilecek kadar zeki idiler. Halbuki, insana yakın ve ona benziyen mahlûklar, soğukların şiddetine mukavemet göstermiyerek tamamile mahvoldular. Bunun için Eskitaş Devri aletlerinin en kaba tipleri bir müddet sora ortadan kalkmış bulunuyor.

Bu devir insanları hayvan eti ve hayvan kemiklerindeki iliklerle beslenirlerdi. Kemikleri mağaralarda saklarlar ve canları istediği zaman kırıp iliklerini içerlerdi. Bu adamlar derilere bürünüyorlardı. Bu derileri kadınlar hazırlıyordu. Bu insanlar bizim gibi hep sağ ellerini kullanıyorlardı.

Her halde, bunların düşünüş tarzları bizimkinden çok farklı, kaba idi; bize nazaran fikirleri pek az açılmıştı. Hisleri, melekeri, bizimkilere benzemiyordu. İhtimal hiç konuşmuyorlar veya pek nadiren bir ili kelime kullanıyorlardı. Her halde dil denebilecek bir şeyleri yoktu.

Buraya Kadar Olan Bilgilerin Mahiyeti

Anladık ki dünya yüzünde yaşamakta olan insan cemiyetlerinin, bugünkü hallerini eyice anlayabilmek için geçmiş bütün insanların ve cemiyetlerin hallerini, biribirlerine nispetlerini bulmak lazımdır. Bunun için insanların menşe ve mebdelerine kadar geriye gitmeye mecbur olduk.


İnsanların, tabii mahluk olarak dünyada zuhûr ettiklerini gördük. Fakat, insan ceddinin, sahih olduğunda şüphe edilmeyecek iskeletini bulmak çok güç ve geç oldu. Bundan evel onun hayatına, ancak bıraktığı kabasaba birtakım taş aletlerle intikal edebildik. Vakıâ bundan sora o kaba, iptidai taş aletlerin inceldiği, tenevvü ettiği görülecektir. Daha sora, yeni yeni insan bakıyelerine, taş aletler arasında ve onlardan sora icat edilmiş biribirinden mükemmel tunçtan, demirden aletlere tesadüf edeceğiz. Fakat bütün bu eserler bugünkü beşeriyeti tatmin etmez. Zira bütün bunlar; takribi, tahmini hesaplarla, nihayet insan cemiyetlerinin dünya üzerindeki mevcudiyetlerini, yaşayışlarının ancak karışık bir tablosunu yapabilir.

İnsan Cemiyetleri Hakkında Ne Bilmek İsteriz, Bu Nasıl Mümkün Olur?

Halbuki, biz insan cemiyetlerin, nerede, ne halde, ne vakit yaşadıklarını bilmek isteriz. Onların bugünkü, hayatımız, fikirlerimiz, terakkilerimiz, hulâsa harslarımız üzerinde hâlâ müspet veya menfi olarak müessir görünen harsları derecelerini sahih olarak bilmek isteriz.

Hars dediğimiz zaman bir insan cemiyetinin, devlet hayatında, fikir hayatında, iktisat hayatında yapabilecekleri şeylerin muhassalasını kaydediyoruz, ki medeniyet te bundan başka bir şey değildir.

Bu malûmat, ancak elde vazıh vesikalar olduğu zaman hasıl olabilir. Vazıh vesika ise okuyabileceğimiz yazılı vesikalardır. Üzerinde yazı olan kağıt, deri, taş, tuğla, ağaç maden ve saire gibi muhtelif şekilde, kitap ve kitabelerdir ki, insan cemiyetlerinin hakiki, medeni varlıklarının kudretli şahidi, canlı eserleridir.


Bu izahlardan sora tarihin tarifine geçebiliriz.

B. TARİH

Tarih, insan cemiyetlerinin, zaman ve mekân gösterilerek ve sahih olarak, hayatını, harsını tetkik ve nakleden bir ilimdir.

Tarihin, insanlar için nekadar mühim bir vazifeyi üzerine aldığı meydandadır.

Tarih, bu mühim vazifeyi ifa ederken, yalnız, bugünün insanlarını tenvir ve irşat etmekle kalmıyor, bundan sora gelecek insanlara da faideli bir mürebbi oluyor.

Filhakika, yarının kurucusu olan bizler, bizden evelki nesillerin devlet işlerinde, fikrî ve iktisadi sahalarda, yaptıklarını öğrendikçe, bunların mükemmel ve noksan cihetlerini eyi ve fena taraflarını tetkik ettikçe ve bunların sebeplerini amil ve müessirlerini, tabiî veyaz arızî manilerini anladıkça fikrimizde, fiilimizde küşayiş olur. Bu sayede gelecek nesillerin nefretle yadedeceği bir insan, bir millet olarak tarihe geçmekten hazer ederiz; fertçe ve milletçe medeniyetin ilerlemesine çalışarak, insanlığın yükselmesine hizmet eyleriz.  Gelecek nesillerin istifade edebileceği kıymetli, ölmez, ilim ve san’at eserleri bırakmış bir varlık olarak tarihte şerefli bir yer kazanmak idealimiz olacaktır. Çocuklarımıza da ayni fikir ve terbiyeyi vereceğiz.   

Tarihin Kaynakları

Tarih, insan cemiyeti hayatının geçmiş safhalarını aydınlatabilmek için hemen her ilim ve fenden istifade etmek mecburiyetindedir. Bilhassa, coğrafya ile daima yan yana yürür.

Bir insan cemiyetinin dünya yüzünde, hangi mevkii işgal ettiği, bu mevkiin vaziyeti, arızaları, iklimi, denize yakın veya uzak olması, toprağı, suları, nebat ve hayvan yetiştirme kabiliyeti ile cemiyetin tarihi arasında sıkı bir münasebet vardır. Kezalik bir milletin, hangi milletlerle iktisadi, içtimai, siyasi münasebetlerde bulunduğunu bilmek lazımdır. Bütün bunları coğrafya öğretir.

Tarihte Takvime Başlangıç

Tarih, vak’alarını zaman sırasile tertip etmek için bir başlangıç kabul etmek ve vak’aları o başlangıca göre sıralamak lazımdır. Bu başlangıç bütün milletlerde bir değildir.

Araplar, Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini tarih vak’alarının zamanını tayinde başlangıç olarak kabul etmişlerdir. Hicret başlangıç olmak üzere senelerin sayılmasına hicri sene denir. Vak’alar ay senesi ile hesaplanırsa ay hicri senesi güneş senesi ile hesaplanırsa güneş hicri senesi ismini alır. Bugün hemen hemen bütün dünya milletleri İsa’nın doğduğu günü takvim başlangıcı kabul etmişlerdir. Bu senelere miladi sene denir ve yalnız güneş senesile hesaplanır.

Türkler bütün medeni milletler gibi Türk Cümhuriyeti’nin teessüsünden beri ölçüsü olarak milâdi seneyi ve zaman ölçüsü olarak güneş senesini kabul etmişlerdir.

İnsanların Geçirdiği Devirler

Tarih yazı ile başlar. İlk insanların dünya yüzünde yaşamağa başladıklarından itibaren, tarihin iptidasına kadar geçen çok uzun bir mazi vardır. Demek ki insan cemiyetlerinin hayatları bir başlangıca nispetle iki zaman ayrılır:

1.       Tarihtenevelki zamanlar
2.       Tarih zamanları

Tarihtenevelki zamanlarda yaşamış olan insanların hayatları hakkında bize fikir veren onların bıraktıkları eserler olduğunu biliyoruz. Bu zamanlar üç devreye ayrılır:

ı. Yontmataş Devri
ıı. Cilalıtaş Devri
ııı. Maden Devri: Bakır, tunç, demir san’atleri

Bu devirlerin adları insanların hayatların müdafaa ve ihtiyaçlarını temin için kullandıkları maddeye ve maddeyi işleyişlerine göre verilmiştir.

Bu devirler insanların medeni hayat ve san’ate doğru terakki merhalelerini gösterir. Filhakika, devirden devre daimi terakki vukubulmuştur. Fakat zannolunmasın ki dünyanın her mıntıkasında yaşamış olan bütün insan kütleleri, bu terakki merhalelerini, ayni zamanda kat’etmişler ve ayni zamanda müştereken tarihi devirleri yaşamağa başlamışlardır.

Böyle olmamıştır. Bazı insan cemiyetleri ya daha müstait olduklarından veyahut muhit ve ahvalin kendilerine muvafık şerait bahşetmesinden dolayı, diğer insan cemiyetlerinden daha çabuk terakki etmişlerdir.

Medenileşmiş kavimlerin, tarihtenevelki zamanlarının nekadar devam ettiğini kat’i olarak bilmek mümkün değildir. Her halde, hepsinin vahşilik halinden çıkmak için geçirdikleri zamanlar pek uzundur.

Bütün insanlar için,  Kabataş Devrini takip eden Yontmataş Devri, en uzun sürmüş bir devirdir. Diğer devirler, daha fazla süratle biribirini takip etmiştir.

Yontmataş Devrini, Ortaasyada Türkler, milattan 12,000 sene evel atlıyabildikleri halde Avrupalılar bu tarihten 5,000 sene soraya kadar bu devri yaşamağa devam etmişlerdir; yani Avrupada milattan ancak 7,000 sene evel bu devirden çıkabilmiştir.


Bakır, Tunç ve Demir Devirleri dahi Türklerin medeniyet kurdukları sahalarda diğer yerlere, meselâ Avrupaya nazaran çok evel başlamıştır. 

1. Yontmataş Devri

a)      Yontmataş Devrinde insanlar, taşları taşla yontarak muhtaç oldukları her nevi aletleri yaparlardı (Res 3).

      

Bu devirde insanlar, iptidai ve sefilâne bir hayat geçiriyorlardı.  

   

Evvelâ açık havada yaşadılar; sora, ırmak yakınlarında ve deniz kıyılarında ağaç  kovuklarına, kaya oyuklarına, mağaralara iltica ettiler. Bunun için bu devre Mağara Devri de denir. Fakat, daha çok balığı olan su, daha çok avı olan orman aramak üzere sık sık yerlerini değiştiriyorlardı. Avladıkları ve tedarik ettikleri nebat köklerini ve yabani yemişleri yiyorlardı. Bu insanlar elbise yapmasını bilmiyorlardı; hayvan derilerine sarınıyorlardı.
 

b)      Bugün mevcut hayvanlar daha o devirde yaşamağa başlamışlardı. Büyük geyikler, öküzler, atlar, bozayılar, aslanlar, sırtlanlar, gergedanlar, filler, şimdi ancak kutuplarda bulunan rengeyikleri gibi hayvan cinsleri vardı. Bu devirde rengeyikleri o kadar çoğalmıştı ki, bu devre Avrupa’da Ren Devri  namı verilmiştir.
 

Fakat o zamanın insanları bunların hiçbirini ehlileştirmemişlerdir. At, onları için bir avdı. Bundan başka bugün nesilleri kaybolmuş, mamut (Renkli resim II) gibi büyük hayvanlar da vardı.
 

c)       İnsanlar o devirde ya öldürüp yemek için veya kendilerini muhafaza için hayvanlarla mücadele ederlerdi. İnsanlar biribirlerile de kavga ediyorlardı. Av hayvanı, balık, bir mağarada bir yer, kavgaya sebep oluyordu.
 

Biribirlerini öldürüp etini yiyenler olduğu gibi, keyif için diğerlerini öldürenler de vardı. Bu insanlar biribirinden, hayvanlardan, şimşekten, gökgürültüsünden, fırtınadan, gecenin karanlığından, her şeyden korkuyorlardı. Korku, insanların ilk ve en kuvvetli hisleri oldu.
 

d)      Bununla beraber bu insanlar, çok korkacak bir şey olmadığı ve çok aç olmadıkları zamanlarda hayvan dişlerinden gerdanlık yapıyorlardı.

İçlerinden bazıları epeyce artist olmuşlardı. Bu devrin metrukatı meyanında, üzerlerinde, asıllarına pek benziyen hayvan resimleri yapılmış taşlar ve kemikler bulundu. 
 

Bazı mağaralarda boyalı hayvan resimleri de bulundu (Renkli Resim III). Bu insanlar hayvan resimlerini oldukça mahirane yaptıkları halde insan resimlerini pek kaba bir surette yapmışlardı. Anlaşılıyor ki, uzak ecdadımız tabiati müşahade ve tasvir etmesini biliyorlardı.
 

e)      Yontmataş Devri insanları, ateş yakmayı öğrendiler; ateşte ısınıyorlar ve gıdalarını pişiriyorlardı.

Ateşin kuvvetli parlaklığı geceleri vahşi hayvanları korkutarak uzaklaştırıyordu. Ateş ayni zamanda insanları, karanlığın verdiği korkulardan da kurtardı.

2. Cilalıtaş Devri

a)      Cilalıtaş Devrinde insanlar, taşları cilalıyarak her neviden ve daha çok aletler yaptılar (Res 4,5). Bu devirde Avrupada yeni insanlar görülmiye başladı. Bunlar Avrupanın vahşi vaziyetini değiştirdiler. Bu insanlar Ortaasyadan yayılan Türkler idi. Türkler ziraati ve hayvanları ehlileştirmeyi çoktan biliyorlardı. Hububat ve bilhassa buğday ziraatini öğrenmişlerdi.
 

Keten ziraati yapıyorlardı ve onun liflerini dokuyarak kumaş ve ondan elbise yapmasını biliyorlardı. Atı ve köpeği ehlileştiren bunlardı. Artık bu devirde koyun, öküz ve sürüleri yetiştiriyorlardı. 
 

Bu devrin adamları, çiftçi ve çoban idiler. Bununla beraber cilalanmış taşlardan ve kemiklerden muhtelif aletler, ziynet eşyası ve silahlar yaptılar. Bunları yapmak için adeta imalathaneler vardı. Başka sanâtler de inkişaf etmişti. Meselâ kile şekil vermeyi biliyorlar ve onu pişirerek muhtelif şekillerde ve muhtelif süslerle çömlekler, kaplar yapıyorlardı. Bu muhtelif san'atler gittikçe inkişaf eden bir ticaret doğurdu. Ziraat ve her türlü yeni san’atlerdeki terakkiler ile Cilalıtaş Devrini, ilk idrak edenler Türklerdir.

b)      Bu devrin insanları abideler diktiler. Bu abideler, yere dikilmiş 4-5 metre irtifaında kaba taşlardan, menhirlerden ibaretti. Bunlar, ya bir hat üzerinde veya bir daire üzerinde yan yana dikilirdi. Menhirlerin neye delâlet ettiklerini bilmiyoruz. Bundan başka dolmen denilen binalar yaptılar. 

 

Dolmenler, yere dikilmiş taşların üstünü ufkî taşlar koyarak kapatmakla yapılan bir nevi odalardı. Dolmen odalarında insan kemikleri bulunmuştur. Bunlar şüphesiz mezardı. Bir üçüncü nevi binalar da vardı. Bunlar Avrupalıların  Tümülüs dedikleri tumba (Höyük = Kurgan ) lardır. Tumbalar dolmen gibi, taşlardan yapılmış, fakat üstleri toprak yığınile örtülmüştür. Bunlar da tepeciklere benzer mezarlardı. Bu dolmen ve tumbalarda, tunç ve demir şeyler de bulunmuştur. Fakat, en eskilerinde yalnız taştan baltalar, kaba kaplar ve kemikten, fil dişinden hayvan kabuklarından resimsiz olarak yapılmış ziynet eşyaları çıkmıştır. Bu tezyinatın, soradan göl evlerinde bulunmuş olanlara benzediği görülmüştür.

c)       Cilalıtaş Devrinde insanlar kısmen göçebe hayatı terk ederek, şurada burada yerleştiler. Bu mühim bir hadisedir. İnsanlar yalnız münferit aileler halinde değil, biribirine yakın ailelerden mürekkep gruplar, yani kabileler halinde sakin oldular. Sabit hayat, küçük küçük milletler demek olan bu gruplarda tesanüdü kuvvetlendirdi.

 

Beraber yaşamak için müşterek kaideler bulmak icap etti. Biz onlara bugün kanun diyoruz. O eski insanların buldukları kanunların neler olduğunu bilmiyoruz; yalnız muhakkaktır ki, insanların grup halinde birleşmeleri bir terakki oldu ve insanlar arasında şiddet ve huşuneti azalttı.
 

d)      Bu insan gruplarından bazıları göller üzerinde inşa ettikleri beldelerde ikamet etmeye başladılar. 
 

Göl beldeleri şöyle inşa olunurdu: Bir gölün içine, fakat kıyıya yakın olmak üzere, kazıklar çakılır; üzerine ağaç kütüklerinden bir döşeme yapılırdı. Döşemenin üstünde kulübeler inşa olunurdu. Kulübelerden müteharrik ahşap köprülerle sahile çıkılır ve gelinirdi. Bu köprüler akşamları kaldırılır, sabahları tekrar konulurdu.
 

40,000 kazık üzerine kurulmuş beldeler bulundu. Kazıkları, ağaç kütüklerini Kabataş baltalarla kesmek ve düzeltmek için nekadar uzun ve sabırlı çalışmak lazımgeldiği düşünülsün. Bu beldelerde insanlar kendilerini emniyet içinde hissediyorlardı. Emniyetli hayat, müşterek sarfolunan gayretin mükâfatı oldu. 

3. Maden Devri 

Avrupadaki insanlar henüz göl ve kasabaları ve dolmenler inşa ededurdukları zamanlarda, şarkta Türkler en mühim san’atleri doğuran bir keşifte bulunmuşlardı. Ortaasya yaylalarında, dağlarında, ormanlarında yaşıyan Türkler tabiatte sâf olarak altın ve bakır madenlerine tesadüf ettiler. Bu madenleri ateşte eriterek onlara istenilen şekli verebilmek mümkün olduğunu anladılar. Bu keşif, milâttan en az 7.000 sene kadar evel vukubuldu. Bundan sora madenleri, beraber bulundukları unsurlardan ayırıp çıkarmak san’atini öğrendiler. Altın, süs eşyası imalinde kullanıldı.

Bakırdan da silahlar yapıldı. Lakin bakır, o kadar mukavemetli olmadığından taş silahların kullanılmasına devam olundu. Nihayet terakki yolunda bir adım daha atıldı; keşfolundu ki, bakır ile kalay bir arada eritilince daha kuvvetli bir maden, yani tunç oluyor.

Hakiki Maden Devri tunç istimalinden sora başlar. Fakat tunç yapmak için lâzım olan kalay tabiatte nadir bulunduğundan, tunçtan silah ve aletler imali mahdut idi. Bu sebeple daha uzun zamanlar yontma ve cilalıtaşlardan yapılmış şeylerin istimaline devam edildi. Bulunmuş olan tunç kaplar üzerinde bazı resimlerin de mahkûk olduğu görülür.

Demir san’ati de Türkler tarafından Ortaasyada keşfedildi. Oradan dünyaya yayıldı. Demir istimali daha çok taammüm etti. Demirden yapılan şeyler tunçtan ve taştan yapılmış şeylerin yerine kaim oldu. Gerçi demiri eritmek ve onu işlemek daha güçtü. Fakat zamanla bu müşkül yenildi. Demir keskin kılıç, balta ve sair silahlar yapmak için daha müsaitti. Bununla beraber demir devrinde bugün dâhi yapıldığı gibi bazı eşya için tunç, bakır ve kalay kullanıldı (Renkli Res. IV).


Maden Devri bu suretle üç safhaya ayrılır: Bakır Devri, Tunç Devri, Demir Devri. Demir Devrinin medeniyeti her devirden yüksekti.

MUHACERET VE TESİRLERİ

Muhaceretin Sebepleri

İnsanların, muhtelif keşif ve icatları bir memleket ahalisinin diğer taraflara muhacereti suretile veya ticaret vasıtasile dünya yüzüne yayılmıştır. Tarihtenevelki en eski zamanlardanberi dünyanın muhtelif kıt’alarında birçok insan muharecetleri vukubulmuştur. Bunun başlıca sebeplerini şu suretle izah edebiliriz.

Yontmataş Devri insanları, yalnız balıkçı ve avcı idiler. Bunlar daha eyi avlanacak ve balık tutacak yer bulabilmek için oturdukları yerleri değiştiriyorlardı.

Daha soraları, Cilalıtaş Devri insanları, çiftçi ve çoban olduklarından oturdukları yerlerden daha mümbit topraklar ve daha güzel mer’alar aramağa koyuldular. Fakat büyük muharecetlerin asıl sebebi Ortaasyada vukubulan mühim coğrafi ve iklimi büyük değişikliklerdir. Bu mıntıkanın birçok büyük parçalarında bu değişmeler yüzünden cemiyetle yaşamak imkânının kaybolması birçok insanların kütle halinde biribiri ardınca göçmelerini mucip olmuştur.

Muhaceretin Tesirleri

Muhaceret sebebile, insanlar biribirinin yerlerini almak istediğinden aralarında şiddetli kavgalar oldu. Tamamile imha edilen veya esaret altına alınan kavimler oldu. Birçok yerlerde galiplerle mağluplar karışarak birtek kavim teşkil ettiler ve ayni dille konuşmaya başladılar. Bundan anlaşılıyor ki, tarih, muhtelif kavimlerin karışmasını mucip olan vak’aların mabadidir. Kavimlerin tarihtenevel başlıyan bu muharecetleri, tarihi zamanlarda dahi devam etti. Akınlar, muharebeler, istilalar neticesinde biribirlerine karışan insan kütlelerinden mütemadiyen yeni kavimler zuhûr etti. Hücum eden, istila eden kavimler, mevcut bazı devletleri tahrip ettiler, veya geri püskürtüldüler. Bazan aralarına girdikleri yerli ahaliyi temsil edip kendileri gibi yapıyorlar, bazan da kendileri onlar tarafından temsil olunuyorlardı. Bu suretle yeni yeni birtakım kavimler teşekkül ediyordu. Bu insan halitalarının terkiplerini layıkıyle tanımak güçtür. Bununla beraber, müteleaları kolay olmak için umumiyetle bu insan cemiyetlerini, teşrihi benzeyişleri noktai nazarından ırklara ayırırlar.

C. IRK

Muhaceret meselesinde gördüğümüz gibi, iptidai ırklar zamanla biribirile çok karışmış, yeni, yeni birtakım muhtelit ırklar vücuda gelmiştir. Bununla beraber, bütün uzviyet aleminde olduğu gibi insan zümreleri arasındaki ihtilat ve tesalüpler nekadar kuvvetli olursa olsun ayni iklimin daima ayni evsafı meydana çıkarmaktaki tesiri bellibaşlı bazı ırkî grupların ve gruplar arasında mütevassıt bazı küçük zümrelerin seçilmesini icap ettirmiştir:
 

a)      Baykal Gölü havalisinden başlıyarak Altaylar ve Ortaasyadan itibaren Hazar Denizi ve Karadeniz havzalarile Ege Denizi ve Tuna boylarına kadar olan geniş sahalar binlerce ve binlerce senelerdenberi aleûmum, beyaz renkli olan Türklere meskûndur.
 

Şimali Asya ve Avrupa kıt’alarında da beyaz insanlar sakindir. Fakat bu beyazlık derecesinin kutpa yaklaştıkça ve Asyanın şarkına ve cenubuna indikçe koyulaşarak esmere doğru değiştiği yerler vardır; binaenaleyh beyaz ırk ikinci derecede iki veya üç ırka daha inkısam edebilir. Sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu insanlar ekseriyetle bu ırkta görülür.

b)      Şarkî Asyada başka bir grup hâkim görünmektedir. Bu grubu teşkil eden insanların ekseriya derisi sarı, saçları siyah ve sert, boyları kısadır. Bu gruba Avrupalılar Moğol ve Mongoloit ırkı diyorlar. Bugünkü Moğolistan, Çin, Çin Hindi ve onun cenubundaki adalar, Japonya sekenesi bu ırktan addolunuyor. Mongoloit ırkından insanlar Amerika’ya da geçmişlerdir.

c)       Afrika’da siyah ırk hakimdir. Hindinin yerli (otokton) ahalisi de siyah renkli idi.

d)      Amerikada kırmızı renkli insanlar vardır. 

Beşeriyeti bu veçhile mahza renk esası üzerine ırklara ayırmak doğru değildir. Çünkü insanların rengi ancak hali hayatta bulundukları zaman müşahade olunur; halbuki insan ırklarının mazisini ve ırkların tahavvüllerini ve tekemmüllerini çıkarabilmek için, yaşıyanlardan ziyade arzın tabakaları altında bulduğumuz insan iskeletleri üzerinde tetkikat yapmak lâzımdır. İnsanın tabiî tarihinin tetkikine mevzu olan bu bakıyeler ise, bittabi deriden ve renkten mahrumdur.

 

Irkların dünya yüzünde her mıntıkada, karmakarışık bir halde yerleşmiş oldukları görünmektedir.
 

Binaenaleyh ırkî hareketler, beşer gruplarına ait iskeletler arasındaki fizikî farklarla meydana çıkar. Bu farklar şunlarda aranır.
 

1 – Kafatasının ve çehrenin şekli
2 – Boy

 

Mühim olan ırkî farika kafatasının şekli, hassaten uzunluğu ile genişliği arasındaki nispettir. Ayni asıldan gelmiş olmaktan doğan bu ırsî farika her türlü tesire en çok mukavemet eder ve yalnız ırkların ihtilâtı neticesinde gene irsî olarak tadile uğrar. Bu farikadır ki dünya üzerinde biribirini takiben gelmiş ve tarihi yapmış olan insanlar arasında esaslı bir fark tesis etmiştir.
 

Burada bir nokta hatıra gelir: Aralarında bugün esaslı farklar bulunan muhtelif ırklardan her biri ayrı ayrı menşeden mi gelmiştir, yoksa hepsinin menşei ayni ırk mıdır ve bu farklar soradan mı hasıl oldu? 
 

Gerçi bu mesele henüz hallolunmamıştır. Ancak, şunu söylemeliyiz ki, ırklar arasında bugün görülen farkların, tarih noktai nazarından ehemmiyeti pek azdır. Filhakika, kafatasının şekli ırkların tasnifi için, tamamen esaslı bir farika olduğu halde, içtimai bir manası yoktur. Bunun sebebi de şudur:Kafatası değişmiyor; yahut güç ve geç değişebiliyor. Fakat onun içindeki asıl uzuv, dimağ değişiyor.
 

Kafatasları başlıca iki esaslı şekil arzeder:

Genişkafalı (brakisefal) ve uzun kafalı (dolikosefal) (Res 6,7). 

Türk ırkının kafatası şekli ekseriyetle brakisefaldir.
 

Kafatasının yanında yüz, burun ve çehrenin şekilleri de nazarı dikkate alınır.
 

Bazı insanların yüzleri uzun, bazılarının kısa olur. Bu iki tip yüz hem brakisefal ve hem de dolikosefalde bulunabilir. 

İnsan yüzleri geniş – kısa ve dar – uzun  olabilir.

Uzun bir yüz, geniş bir kafatasile birleşmiş olursa veyahut kısa bir yüz uzun bir kafatasile birleşirse, biçimsiz olur; ahenksizlik göze çarpar.
 

Çehrenin daha iki hususiyeti dikkati caliptir; burun ve çenenin şekilleri.

Burun sivri, uzun yassı, büyük, küçük, doğru, kıvrık, birtakım şekillerde olabilir.

Çenenin şekli de dişlerle beraber çehrenin cephesine nazaran düz veya ileri doğru çıkık olabilir: düzgün çene ve çıkık çene.
 

İnsanlar, boylarının uzunluklarına, kısalıklarına göre de ırklarına nispetlerini ifade eder:  yüksek boylu, orta boylu ve kısa boylu ırklar vardır.
 

İnsanlarda ve iskeletlerinde görülebilen ve ölçülebilen daha birçok vasıflar vardır ki, bunların kâffesi insanın tabiî tarihini tetkik eden alimler tarafından nazarı dikkate alınır. Meselâ, gözlerinin şekli, yüzdeki vaziyeti, muhtelif ırklar arasında mühim farika teşkil eder.
 

Bu esaslara göre ırkın tarifi şöyle olabilir:
Irk, ayni kandan gelen ve cismen biribirine benziyen insanların gösterdiği birliktir.

Dil

İnsanların ilk kullandıkları dillerin çok basit olduğuna şüphe yoktur. Bilhassa fikirlerini hareketler ile anlatmış olmaları ve kullandıkları kelimelerin birtakım telaş, hırs, sevinç, ıstırap gibi heyecan ve infialleri ifade eden gayriiradi seslerden, yahut tabiatteki sesleri yarı şuurlu surette taklit eden kelimelerden ibaret olması ve birtakım eşyaya tekabül etmesi muhtemeldir. İnsanın aklı, uzun zamanlarda yavaş yavaş hareketleri ve hareketlerin eşya ile münasebetlerini ifadeye muktedir olabilmiştir. İptidai diller her halde çok az kelime ihtiva ediyordu. Bugün diller çok zenginleşmiş bulunuyorlar.
 

Bazı geniş mıntıkalar üzerinde dağılmış bir halde bulunan insan kütlelerinin kullandıkları dillerde müşabih cezirlere ve ayni fikri ifade için müşabih cezirlere ve ayni fikri ifade için tarzlara malik dil grupları vardır; fakat buna mükabil diğer mıntıkalarda bu dil gruplarından esaslı bir surette farklı başka dil grupları da mevcuttur.
 

Dünya yüzünde yaşayan kavimlerin kullanmakta oldukları diller hakkında bir fikir hasıl etmek için bazı büyük dil gruplarını sayalım:

a)      Türkçe.  Bu dil aslî (orijinal), başlı başına müstakil bir dildir. Türk dili bugün Tuna havzasından şarkta Lena havzasına ve Kingan (Kadırgan) dağlarına kadar ve Şimal Buz Denizinden Umman Denizine kadar geniş sahadaki insanlar tarafından konuşulan, bunlar arasında anlaşma vasıtası olarak kullanılan umumî bir dildir. Türk dilini esaslı farikaları, doğrudan doğruya Türk  adını taşıyan kavimler tarafından kullanılan lehçede müterabiz ve mütekâmildir. Macar ve Finlerin kullandıkları diller Türk dilinin esasî unsurlarını ihtiva etmekle beraber başka tarzda istihale ve inkişaf etmişlerdir.

Bugün yanlış olarak Tatar denilen mesela Kırım, Kazan, Azerbaycan, Türkistan Türklerile, Kırgız – Kazak, Yakut ve Başkırtlar gbi Türk kabilelerinin kullandıkları dil, az veya birtakım lehçe farkları ile Türkçedir.
 

b)      Hemen bütün Avrupa milletlerinin ve Asyada Rusların ve bir kısım İran ve Hint halkının konuştukları dil bugün Hint – Avrupa  dilleri grubu olarak tanıttırılmaktadır. Bu grupta latin, germen, islav dilleri, büyük dil ailelerini teşkil eder.
 

c)       Asyanın cenubugarbisinde, Arabistanda Araplarla İbranilerin ve Afrikada Mısırlılarla Habeşlerin ve sair bazı kavimlerin konuşmuş oldukları dilleri sami ve  hami diye müstakil bir dil grubu olarak gösterirler.

Mısırın, kıptî dilile berberi dilleri ve umumi surette Şarkî Afrika dillerine şamil olan hami dilleri ayrı bir zümre halinde gösterenler de vardır. Sami diller zümresi iptida, hami grup şeklinde zuhûr etmiş olabilir.
 

d)      Asyanın şark ve şarkıcenubisinde Moğol ve Moğola benzer (Mongoloit) kavimlerin dilleri de bir dil grubu telakki olunabilir.

Bu saydığımız bellibaşlı dil gruplarından başka her kıt’ada bazı mahali münferit diller de vardır.


Beşer ırklarını tasnifte renk esasına saplananlar olduğu gibi, bugün insanların kullandıkları dillere göre de ırk tasnifi yapmak isteyenler görülmektedir. 

Türk Irkı ve Türk Dili

Irk mefhum ve tarifi bugüne kadar birçok münakaşalarla ve biribirine zıt mütalealara mevzu olmuştur. Bazı müellifler ırkları dillere veyahut renklere göre tasnif etmişlerdir. Halbuki muhtelif ırkların tesalübünden hasıl olan bazı kavimlerin müşterek dilleri olduğu gibi ayni ırka mensup bazı kavimler de başka başka dillerle konuşmaktadırlar.

Renk vasfına gelince bu da zamanla ve muhit değiştikçe ehemniyetini kaybeder.

Avrupa alimlerinin beşeriyet ve beşer ırkları hakkında verdikleri malumat hep kendi noktai nazarlarındandır. Bunlar, çok defa ırkları, takip ettikleri gayelere nazaran tasnif ediyorlar. Filhakika, bugünkü Avrupanın büyük millet kütleleri doğrudan doğruya bir ırka mensup olmadıkları gibi, bu cemiyetlerin ekserisinde bariz  vasıflarını muhafaza etmiş hâkim bir ırk ta mevcut değildir. Bu milletler muhtelif ırkların muhtelif nispetteki tesalüplerinden husule gelmiş yeni birer heyettirler.

Umumi olarak denilebilir ki inkişaf ve itila ile beşeriyetin mukedderatına hakim olan dimağ dır. Dimağdan murat, onun uzvi mahiyeti değil, her nevi tecellileridir. Dimağ üzerinde coğrafi muhitin, bu coğrafi muhitteki içtimai şartların ve ırsi vasıfların hiç şüphesiz büyük ve ehemniyetli tesirleri vardır.

Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk ırkı benliğini en çok muhafaza etmiş bir ırktır. Tarihtenevel ve tarihi devirlerde bu ırk ta işgal ettiği vasi mıntıkalardaki ve yurtlarının hudutlarındaki komşu ırklarla tesalüp etmiştir. Bu tesalüplerin ekserisinde Türk ırkının bariz ve uzvi vasıfları hakim kaldığından bu karışmalar Türk ırkına kendi hususiyetini kaybettirmemiştir. Ancak uzun devirlerde ve büyük ekseriyetler içinde ihtilatlara maruz kalanları temessül edip isimlerini ve dillerini muhafaza edememişlerdir.

Dimağın en kıymetli mahsulü olan dil bilhassa Türk ırkının büyük ekseriyetinde tarihi devirlerin husule getirdiği tekamül silsilesi içinde daima ana hatlarını muhafaza etmiştir. Tarihtenevelki zamanlarda ve tarihi devirlerde ayrı ayrı cemiyetler, medeniyetler, devletler vücuda getirmiş olan bu büyük ırk mensupları, kuvvetli dimağlarının muhtelif muhitlerde yarattığı müşterek dil ve harslarla ve ırsi vasıflarile uzun veya kısa müddetler zarfında biribirinden daima mütessir olmuşlardır.

Görüyoruz ki tarihte daima göze çarpar bir birlik arzeden Türk ırkı daima hakim kalan bariz uzvi vasıflarile, dimağın en kuvvetli mahsulü olan müşterek dillerile ve bu dilde nakledilmiş olan harslarile, tarihi müşterek hatıralarile ayni zamanda bugünkü millet tarifine de en uygun büyük bir cemiyettir.


Bütün tarihte böyle büyük bir ırkı, bir millet halinde görmek bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmıyan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.

D. FİKRİN DOĞUŞU

Türk Irkı ve Türk Dili

İnsan cemiyetlerinin tarih devirlerine girmeden evel, uzun devirlerinde dimağları içinde neler neler cereyan etmiş olabileceğinden bir nebze bahsetmek faydalı olur.
Bu uzak zamalarda, insan kendisi ve muhiti hakkında ne düşünüyordu.

İnsan, evvela ancak havassına doğrudan doğruya temas eden şeylerle alâkadar oluyordu.

İptidai insan, nereden geldiğini, niçin yaşadığını hiç düşünmek ihtiyacını hissetmiyordu.


İptidai insan, hemen adeta her şeyden korkuyordu; şüphesiz bir takım kudretler tasavvur ediyor ve bu kudretleri tatmine gayret eyliyordu. Canlı ve cansız şeyler arasında sarih bir tefrik yapamıyordu. Mesela, cansız bile olsa herhangi bir şey kendisini yaralayınca, ona ayağile vuruyordu. Bir nehir fazlalaşır veya taşarsa, kendisine hasım olduğuna  zahip oluyordu. Bu insanlar henüz Güneşe, Aya, yıldızlara veyahut ağaçlara ehemmiyet vermiye ve dikkatle bakmağa başlamamışlardı. Bu insanlarda henüz dini fikir ve kanaatten eser yoktu. Onlar kendi dünyalarile teheyyüce geliyorlardı. Uyanık iken gördükleri hakiki şekillerle rüyalarda gördükleri şekillerin karışmasından garip bir vuzuhsuzluk husule geliyordu. Faraza ölülerini gömmelerinden ve yanlarına erzak ve silah bırakmalarından, bu insanların müstakbel bir hayata inandıkları neticesi çıkarılacağı gibi, ölenlerin hakikatte ölmediklerini zannettiklerine de hükmetmek mümkündür. Ölüleri rüyada görmeleri bu son fikri takviye ediyordu. Bu fikir, ölüleri bir nevi cadı haline sokuyor ve onları uzaklaştırmak, gazaplarını tahrik etmemek çarelerine teyessülü mucip oluyordu.

Dinde Atanın Mevkii ve Tesiri

İptidai insanların atadan korktukları anlaşılıyor. Çocuklar bu ata korkusu içinde büyüyordu. Öldükten sonra bile on hoşnut etmeğe çalışıyorlardı. Zaten atanın, yani reisin öldüğünden kat’i bir surette emin olunamıyordu.

 

Ata korkusu yavaş yavaş anlaşılmaz bir surette “kabile allahı” korkusuna intikal etti. Dimağları bu düşünceyi geçmiyen isanlar, kâinatı da aile çerçevesi içinde gördü. İnsanlarda ata korkusu tehlikeli hayvanlara karşı olan korku ile karıştı. Bu suretle Allah mefhumunun başlangıç hali olan “ulvileştirilmiş ata”ya temsili olarak, muhtelif hayvanlara ait şekiller verildi.

Dinde Korku ve Ümit

Bulaşıcı, salgın ve öldürücü hastalıklar, insanlarda bazı mahallere ve eşyaya ve eşhasa korkunç bir mahiyet atfetmek gibi bir fikir uyandırdı. İnsanlarda dil tekamül etmiye başlar başlamaz, fikir bu iptidai düşünceler üzerine tesnif edildi. Onlara daimi bir kıymet izafe edilmeye çalışıldı. İnsnalar, biribirile konuşarak ta biribirinin korkularını teyit ve tekit eylediler; müşterek mukaddesat an’aneleri icat ettiler. Bu mukaddesat içinde memnu (haram)  ve gayritahir (mekruh) mefhumlarına ait fikirler mühim yer tuttu; gayrisaf olmak korkusu tasfiye olunmak endişesini doğurdu. Bu tasfiye olunmak ihtiyaç ve endişesi birtakım tasfiye çareleri aranmasına ve tasfiye yolları ve merasimi teessüsüne saik oldu. Bu da merasimi tatbik edecek insanlar çıkmasını iltizam etti. Böyece ilk din esasları ve merasimi ile din adamları ve sihirbazlar sınıfına yol açılmış oldu.

 

Ekseri insanlar hemcinslerine yapmamaları icap eden şeyleri bildirmekten zevkalırlar. İşte bu suretle tarihin mebdeinde sırf indi ve keyfi olmak üzere tatbik olunan bir sürü memnuat meydana çıkmıştır.

 

Bir de insanlara hasım olan kuvvetlerin mevcudiyeti fikri o kuvvetlerin insan lehine çevrilebilmeleri ihtimalini doğurdu. İnsanları tehdit eden kudretlere hususi merasim ve teşrifatla kurbanlar kesmek ve bazı takdimeler vermek adetine geçildi.

 

Yıldızlar ve Mevsimler

Dil tekemmül ettikçe kutsiyet an’anesi, memnuniyet ve merasim eşkali arttı ve genişledi. İlk çobanların zuhurile başka birçok şeyler, insanlar için derin bir mana ihtiva eder göründü. İnsan, sürüsünü otlatmağa götürdüğü sahaların ötelerinde neler olduğunu bilmek merakına düştü. Gece ve gündüz hayvanlarına nezaret ederken ve muhtelif yer değiştirmeler esnasında gündüzleri Güneşin, geceleri Ayın ve yıldızların rehberliğinden istifadeye başladılar. Birçok uzun asırlardan sora yıldızların Aydan ve Güneşten daha emin bir rehber olduğnu anlamağa muvaffak oldular. bundan sora yıldızların tetkikine ehemniyet verdiler. Her şeye ferdiyet ve şahsiyeti izafe itiyadında olan insanlar, yıldızları gökyüzünden kendilerini tetkik ve himaye eden şayanı itimat birtakım yüksek yaratılışlı mahluklar sarmağa başladılar.

 

İlk ziraat teşebbüsleri de mevsimle hakkında fikri tesbit etti. Nihayet Ayın, Güneşin, yıldızların muhtelif zamanlarda, muhtelif fasılalarla görünüşünden, sayıya, ölçüye intikal ettiler. Hulasa, tabiatın müşahade ve tetkiki insanlarda yeni yeni düşünceler ve meraklar uyandırdı.

 

HİKAYE VE HURAFELER

Dilin lugatcesi çoğaldıkça insanın hikaye ve nakil kabiliyeti de ziyadeleşti. Kendilerine, kabilelerine, mukaddesata, dünyaya ve her şeyin sebeplerine ait birtakım hikayeler nakletmeğe başladılar. Bu suretle bir kabile zihniyeti ve bir an’ane inkişaf etti. Bu hal, insanları istediği gibi serbest bir fikir ve düşünceye malik olabilmek imkanından mahrum ve bazı fikirleri, bazı telkinleri olduğu gibi kabul etmeğe mecbur ediyordu. Görülüyorki, insanlar bu bahsettiğimiz tarihlerden itibaren şahsiyetlerinden br kısmını feda etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Beşeriyet bugün dahi ayni yolu takip etmektedir.

 

DİN MENŞELERİNİN KARIŞIK MAHİYETİ

Ziraat ile beraber insanların fikrine yeni birtakım muhakeme silsileleri hakim oldu. Hasat mevsimlerinde bir sınıf efradın kurban olarak feda edilmesi lüzumu, umumi telakki mahiyetini aldı. Bu kurbanları kesecek diğer pak tanınmış bir sınıf meydana çıktı: İlk rahipler sınıfı. Bir de kurban edilen efradın etinden birer parça yemek merasimi yertuttu. Gûya bu suretle fedakarlığın nimetlerinden hepsi hisselenmiş oluyorlardı. Bugün hâlâ bazı dinlerde mevcut olan kurban kesmek adetlerinin menşei budur.

 

Bütün bu müşterek adetler ve inanışlar insanların aralarında zihni ve hissi birtakım bağlar kurdu ve insanlarda müşterek düşünce ve müşterek harekete saik oldu. İşte bu hadiseye biz bugün din namını veriyoruz. İnsanlar bu hadise karşısında basit ve mantıki bir telakki ile temasa gelmiş bulunmuyorlardı; bilakis, birtakım ruhlara, ilhamlara, emirlere ve nehiylere taalluk eden karmakarışık düşüncelerle temasa gelmiş oluyorlardı.

 

İnsanların hayatına taalluk eden her şeyde olduğu gibi dini meselelerde de bir tekamül hadisesi görünür. İptidai insanda Allah ve din hakkında hiçbir fikir ve kanaat yoktu. Bu kadar umumi ve şümullü telakkilere, insanın dimağı ancak yavaş yavaş alıştırıldı. Din fikri, insanlar cemiyet hayatına sarahaten atıldığı nispette genişlemiye başlar, vahdet mefhumuna yaklaşır ve nihayet, tabiatın kudret ve azametile daha ziyade anlaşılması kabil, hakiki bir mahiyet alır. Görülüyor ki insanlar cemaat halinde yaşamıya başladıktan sora, diğer içtimai müessesesini de vücuda getirmişlerdir.

 

Ülûhyet mefhumunu bulan, bu mefhumun sırlarını keşfeden ve bugün dahi keşfetmiye devam eden, insan zekasıdır.

 

İnsanların faaliyetleri ve inkişafları üzerinde birçok amiller ve unsurların tesiri ve yardımı olmuştur. Din de bu müessirlerin başlıcalarındandır. Bu sebeple, beşerin tarihinden bahsederken, din fikirlerinin menşeinden ve insan cemiyetlerinin üzerindeki tesirinden bahsetmemek bir noksan teşkil edebilir.

 

İnsanların, bu deruni ve müphem temayülleri haris, zeki, mahir yahut hilekar birtakım insanların sihirbaz, rahip, hükümdar vaziyetlerini almalarına meydan açtı.

 

İnsanların, bugünkü medeniyet tarihine kadar hayatlarının geçtiği yol işte böyle bir yoldur. İnsanların korku ve zâf hisleri, dimağın son ve çok yeni ilmi keşiflerle nurlanması sayesinde gittikçe azaldı. Ve insanlar hakikati bundan sora daha bariz görmiye başladılar. İnsan, benliğindeki kuvveti ve ferdi olduğu cemaatin içtimai hudretini takdire muvaffak olmıya başladı. Artık onun için her türlü tekamül, huzur ve emniyet membaı, cemiyettir. 

bottom of page