KATEAD Kazakeli Dergisi
Sayı 4, Denizcan Dede
Yazıma, Türkiye’nin büyük kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözüyle başlamak istiyorum:
“Türk evladı, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kudret bulacaktır”.
Sözler, bazen arkalarında derin anlamlar taşır. Hele hele bu sözü söyleyen kişi, Atatürk gibi bir askeri ve siyasi deha ise. Bu söze yüzeysel olarak bakarsanız, halkı kamçılamak için söylenen sloganik bir ifade olduğu yanılgısına kapılabilirsiniz. Oysa bu söz, bundan çok daha ötesidir. Atatürk’ün demek istediği “Atalarımızın yaptığı işlerin büyüklüğünün vecdine kapılarak bunlarla övünüp durmamız gerektiği değildir. “Daha büyük işler yapmak için” atalarımızdan kudret ve ilham almaktır. Yani, Atatürk, Türk evladından atasıyla gurur duymasından da öte, atasını geçmesi gerektiğini belirtmişti. Şimdi aşama aşama gidelim, önce atalarımızın yaptığı nelerden ilham almalıyız, onlara bir bakalım…
Pratik zekâ, teşkilatçılık ve askeriye…
“Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır.” Jean Paul Roux, Fransız Türkolog ve tarihçi
Yukarıda sözünü alıntıladığım Jean Paul Roux, Türklüğü etnik değil sadece kültürel hatta büyük ölçüde dilsel görmesi bakımından, aslında çoğu konuda eleştirdiğim bir kampta yer almaktadır. Ancak Jean Paul Roux, Türklerin Çin içlerine kadar girerek kurduğu, Vey Hanedanından, Mısır’daki Tolunoğullarına,
Hindistan’daki Babürlerden, Balkan / Akdeniz ağırlık merkezine sahip Osmanlı’ya kadar, Türklerin farklı coğrafyalarda, farklı imparatorluklar kurabilmiş nadir milletlerden (belki de tek millet!) olduğunu keşfetmiştir.
Jean Paul Roux’un açıklamasına girmeden, ben kendi açıklamamı yapayım, bunun sebebi Türklerin hızlı düşünen, sonuç odaklı ve pratik zekalı yapısıdır.
İlk Türkler, Sibirya taygalarından Kazak dalası adı verilen Asya bozkırlarına olan yolculukları süresince, zorlu koşullara alışkın bir halktır. Bağında bahçesinde oturup bağbozumunu bekleyen ve Ege kıyılarına şarap ticareti yapan Atinalı Yunan gibi veyahut Nil’in ideal zamanını tarlası tapanı için hesap edip takvimini hazırlayan Mısırlı gibi değildi atalarımız. Bizim atalarımız, önce arktik dnebilecek Sibirya ikliminde avcı toplayıcı şekilde hayatta kalmaya uğraştılar, sonra ise İç Asya bozkırlarında hayvan sürülerini kurttan korumaya, çorak bozkırda hayatta kalmak için işlek bir ticaret alanı olan İpek Yolu havzasını ellerinde tutmaya dayalı bir yaşam tarzı geliştirdiler. Bunun somut sonuçlarından biri, demircilik zenaatında kendilerini aşmaları, daha keskin kılıçlar, daha sivri oklar, daha sağlam zırhlar üretmeleri oldu. Ata ve atçılığa dair çoğu şeyi de atalarımız geliştirdi. Misal, herkes Mezopotamya’da bulunan yazının, Çin’de icat edilen kâğıdın veya Edison’un kullanıma sunduğu elektriğin büyük icatlar olduğunu takdir eder. Gel gelelim, her ne kadar gözden kaçırılsa da üzengi, bu icatların hepsinden bambaşka bir öneme sahiptir, hatta kişisel fikrimi soracak olursanız dünyadaki en önemli icattır. Atalarımızın icat ettiği üzengi sayesinde, insanlar at üzerinde uzun süre durabilmeyi öğrenmiştir, böylece büyük ordular kurulup büyük fetihler yapılmıştır, ticaret ve etkileşim de bir o kadar hızlanmıştır. Dünyadaki dinamizm açısından üzengi, daha önce saydığım üç icattan da önemlidir.
Kısacası, Türkleri zor şartlar pişirdi ve olgunlaştırdı. Aslında sırf Çin’de kurulan Türk hanedanlarının
On İki Hayvanlı Takvimden başlayarak Çin’e neler kattığı hakkında Sinolog Edouard Chavannes’a
başvurarak bir yazı yazsam, neredeyse bir doktora tezi hüviyeti kazanacağı için konuyu burada
kesip, Biraz da “atalarımız neleri yapamadı” onu işleme zamanı geldi.
Uygarlıkların bekçisi olduk ama kendi “uygarlığımızın” mimarı olamadık…
Türkler, ilginç bir şekilde hem İslam medeniyetinin hem de Batı medeniyetinin koruyucusu konumunda olmuşlardır. Hazarlar, Arapları defalarca yenmeseydi, yönünü Avrupa’ya çevirmiş Arap ordularının önünde bir engel yoktu. Batı için en iyimser tablo ile bile, Doğu Avrupa’nın İslam’a teslim olması an meselesiydi. Bunu Türkler engelledi. Batı için Türklerin başka bir önemi daha vardır. Hunlar ve Hunlardan sonra gelen bozkırlı Türklerin (Avarlar, Bulgarlar…) at üzerinde en uygun zırh ve giyimle durduğunu fark edip, Avrupalıların onu taklit etmesiyle şövalyelik kurumunun oluşması, bunun sonucu olarak aristokrasinin kurumsallaşması ve adım adım Cermen, Kelt, Slav boylarının barbar kabilelerden merkezi devletlere dönüşmesi. Aristokrasi oluşmasaydı Michelangelo’yu, Descartes’i maddi olarak fonlayacak, destekleyecek prensler var olmazdı. Rönesans, Reform ve Aydınlanmadan söz edemezdik. İslam uygarlığı konusuna gelirsek de Ortadoğu’yu Haçlılardan koruyan Kılıç Arslan’ın Haçlılarla mücadele etmenin yanı sıra, Türklerin akraba halkı Moğolların Ortadoğu’yu ele geçirip İslam uygarlığını yok etmesini engelleyen Baybars’ın yaptıkları hepimizin malumudur. Daha sonraki dönemlerde, Osmanlı İslam’ın koruyucu ve yayıcısı rolünü öyle benimsemiştir ki, Bertrand Lewis’in sözleriyle “(…) Batı’da (Türk’ün) Müslüman’ın eşanlamı haline gelmesi ve Müslüman olmuş bir batılıya, olay İsfahan’da ya da Fas’ta olsa bile ‘Türk olmuş’ denmesi ilginçtir.” Buraya kadar hepsi tamam. Ancak elimizde bir sorun var. Genelde İslam’ın, özelde de Sünniliğin koruyucusu olan Selçuklu’nun Nizamiye Medreselerini açan ve ideoloğu konumunda olan Nizam-ül Mülk, bir Türk değil Fars idi. Selçuklu’nun o dönemki politikasıyla uyumlu eserler veren Gazali de keza öyle. Osmanlı döneminde Şeyh Bedrettin ve Ebu Suud gibi Türk soylu fıkıh alimleri çıksa dahi, Osmanlı’da hiçbir zaman İstanbul; Kahire, Şam veya Bağdat’ı “medrese” geleneğinde sollayamadı. İslam dünyasında medrese denince akla halen Sünnilerde el-Ezher, Şiilerde ise Kum gelir. Her ne kadar Türkiye’de bazı çevreler tarafından Atatürk döneminin geçmiş ile bağları koparttığı veya zayıflattığı savunulsa da Atatürk’ün medreseleri kapatmasından (Tevhid-i Tedrisat) önce de, Osmanlı-Türk medreseleri, Arap ve Fars medreselerinden ileride değildi. Afrika, Mali’deki Timbuktu medreselerinin bile
Osmanlı medreselerinden ileride olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu konudan da öte, Osmanlı’nın en
iyi mimarları Ermeni idi. Balyan ailesi mesela. Ancak tüm bu olumsuz örneklerin ötesinde, elimizde
Türkler ve İslam medeniyeti hakkında çok ilginç bir mesele var. Türkler, Müslüman uluslar arasında laik
ve modernist akımların başını çekerek, çağa ayak uydurmada topluca birinci sıradalardır. 19.yy İslam
dünyasına bakacak olursak, İran’daki Kum medreselerinde “Mehdi’nin kıyamette hangi mağaradan
çıkacağı” tartışılırken, Arap dünyası halen meleklerin kanat sayısını tartışırken, Osmanlı coğrafyasında
Jön Türkler olsun, Kırım ve Kazan merkezli olarak, Türkistan’a yayılacak şekilde Ceditçiler olsun, Kuzey
Azerbaycan’da Müsavat Partisi ve Molla Nasreddin dergisi olsun, Güney Azerbaycan’da İran’a cumhuriyeti getiren Settar Han ve onun başını çektiği anayasacı/meşrutiyetçi hareket olsun, modernist,
cumhuriyetçi, laik akımların başını Türkler çekiyordu. Çünkü Türkler, yukarıdaki örneklerden göreceğiniz
gibi, medreselerde ve dergahlarda oturup saatlerce soyut/metafizik konuları tartışan Arap ve Fars komşularının aksine, “Nasıl devlet yönetiriz”, “Nasıl sefer yaparız” derdinde idiler. Bu yüzden, 19.yy’da “Batı’yı nasıl yakalarız?” sorusunu da ilk soran Türkler idi. Türkler, atalarından kalan hızlı ve sonuç odaklı düşünce sayesinde Ortadoğu, Pakistan ve diğer Müslüman ülkelerden başka bir yol üzerindedirler.
Peki, elimizdeki bu cevheri, nasıl daha iyi değerlendirebiliriz?
Türk Rönesansı, Kazak hanşası ve Kırgız datkası…
Artık atalarımızın başarılarından bahsetmek yersiz, bize bıraktıkları genetik / soysal ve kültürel mirası nasıl
kullanabiliriz, ona bakmalıyız. Bize ilk olarak gereken şey, tüm Türk dünyasını kapsayacak bir kültür
devrimidir. Yani sadece şu anki 7 devlet olarak düşünsek bile, Lefkoşa’dan Astana’ya kadar ortak bir “kültür, mantalite ve uygarlık” oluşturmalıyız. Burada dikkatinizi çekeceğim şey şudur ki, kullandığım
“kültür” (culture) kelimesi de “mantalite” (mentalité) kelimesi de Latince-Fransızca kökenlidir. Uygarlık
ise, Fransızca “civilisation” ve Arapça “medeniyet” kelimesiyle aynı doğrultuda türetilmiş bir Türkçe sözdür, iki kelime de “şehir kurma” ile bağlantılıdır, “uygarlık” ise ilk şehirli ve yerleşik Türk toplumu olan Uygurlardan esinlenmedir. Bu konuda, sanatta Türklerin bozkırlı geleneklerini yansıtan akımların çıkması, felsefede bahsettiğim Türk pratik zekasının kağıda dökülüp sistemlileştirilmesi, hatta (sosyal bilimleri de, fen bilimlerini de kastediyorum) bilimsel terimlerde bile Türklerin bozkırlı yapısıyla bağlantılı terimlerin türetilmesi, bir “Bozkır Rönesans’ı” ve ardından “Bozkır Aydınlanması”na gidecek süreci hazırlayacaktır. Bunun öncüsü Kazakistan ve Kırgızistan olmalıdır. Türklerin Göktürklerden beri gelen boy düzenini günümüz Kazak ru-cüz sistemi muhafaza etmektedir, Kazak rularının içinde hem Kıpçakların hem Oğuzların hem Karlukların hem de Sibirya Türklerinin tüm etnojenezi saklıdır, hemen her Türk boyundan elementler vardır Kazak cüz sisteminde. Kırgızistan ise İlyada ve Odise’yi kat kat aşacak büyüklükte bir destan olan Manas Destanının vatanıdır, sözlü edebiyat konusunda Türk dünyasında ilk sıradadır, hem Cengiz Aytmatov gibi büyük bir yazarı çıkartmaları, hem de Göçebe Oyunları gibi büyük çapta uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapmaları, Kırgız Türklerinin de Turan coğrafyasında olacak Rönesans ve Aydınlanma sürecinin Kazak kardeşleri ile beraber öncüleri olacaklarını göstermektedir. Kazakistan ve Kırgızistan’ı gezerken gördüğüm, ayrıca film ve müzik sektöründen bildiğim kadarıyla, bu iki ülke de çoktan sanatsal konularda öz kültürümüze dayalı “Rönesans”larını gerçekleştirmişlerdir. Sıra, “Aydınlanma”da. Yani, bozkırlı olmanın, Türk olmanın bilimsel, felsefi, sistemli bir şekilde ölümsüzleştirilmesinde.
Yazımı, ufak bir anekdot ile bitirmek istiyorum.
Dünyaca ünlü biyolog ve hayvan bilimci Richard Dawkins, Kör Saatçi adlı kitabında, Panama kıyılarına
yaptığı bir geziyi anlatıyor. Bu gezi sırasında büyük bir karınca kolonisine rastladığını, bunların sürü halinde yürüyüşünün resmen bir nehir gibi akıp gittiğini anlatıyor. Kraliçe karıncanın ortada, sürünün
diğer karıncaları tarafından taşınıyor olduğunu gören Dawkins, elindeki çubukla kraliçeyi açığa çıkartmaya çalıştığında, tüm o karıncaların o sopayı tüm gücüyle çektiklerini fark edip sopayı bırakmak
zorunda kalmıştır. Kendi ifadesiyle, bu karıncalar kraliçeyi korumuştur çünkü kraliçe, o karıncaları
var eden, vücutlarının, tüm içgüdü ve reflekslerinin kaynağı olan DNA kodunu taşımaktadır. O kraliçe
karınca, tüm karınca kolonisinin genetik hazinesine sahiptir, o koloninin tüm geçmişi o kraliçe karıncada
kayıtlıdır, geleceği de o kraliçe karıncaya bağlıdır.
Eğer bu karınca kolonisini Türk dünyasına uyarlarsak, Türk dünyasının tüm genetik, kültürel kodları,
geçmişi ve geleceği de Kazak Hanşası’nda ve Kırgız Datkası’ndadır.
Ayakta alkışlıyorum, ellerine sağlık.