Sadece on üç yaşındaydım ve klasik müzik dinliyordum. Türk ve yabancı klasik müziklerini dinlemeyi neden tercih etmişim, o gün için bir bilgim yok. Sanırım sade bir tercihle ilgisi var. Bilinçten öte, sade bir tercih.
Keza örnek vermek gerekirse; o dönemin müziklerini düşünürsek bir yanda cırıl cırıl bağıran fantastik müzik icracıları mı Ravel mi, diye bakmış ve Ravel demiş olmalıyım. Keza dedim ya anlatacağım olayın nihai süresi on üç yaş.
Ve bir gün tam da Ravel’in Bolero’sunu henüz dinlemeye başlamıştım ki ‘Ben Türk Müziği dinlemek istiyorum. Bu müziklerin hiçbirisinde ben yokum. Ben, içinde ben olan bir müzik dinlemek istiyorum.’ dedim ve kaseti müzik setinden çıkardım. Kasetleri karıştırdım; Ravel, Bethoven, Mozart, Strauss, Çaykovski ve daha niceleri vardı ama… Hiç Türk müziği ile dolu bir kaset yoktu.
Evet, Türk Klasik Musîkisi denilen albümler hatta taş plak olarak TRT arşivinden elimde vardı ama… Ben onlarda kendimi bulamıyordum. Bu nasıl Türk müziğiymiş, diye de hayıflanıyordum.
Sebebini bilmiyordum, bütün bunlar hisse dayalı durumlardı. Zaten az önce de dediğim gibi yaş da henüz on üç.
Velhasıl, o zamanlar kasetçi ağabeylerimiz vardı. Eskiciler gibi ellerinde bir tür arabayla dolaşır kaset satarlardı. Semtlerin en işlek caddelerinde bazıları konuşlanır, yeri belli şekilde müşterilerini beklerdi.
Bir tanesiyle ahbap olduk. Derdimi anlattım. Türk Müziği dinlemek istediğimi söyledim. Araştırma yaptığımı, aradığımı bulursam çok ama çok sevineceğimi söyledim.
Tanıtım amacıyla bütün gün arabesk kasetleri teybine koyup son ses dinleti yapan abimizin bana iyiliklerini saysam, döksem yine dillendiremem. Çünkü henüz ortaokul son sınıf öğrencisiyim ve haftalığımdan başka gelirim yoktu.
Bir kucak dolusu kaset alırdım, göstermelik olarak bir iki kasedin parasını alırdı kasetçi abimiz benden ve diğerleri için ‘dinle, aradığını bulamazsan getir’ derdi. Yıllarca bu hikaye sürdü gitti ama bir gün abimiz, benden ve aradığımı bulamadığımdan sıkılmış olacak ki ekmek teknesine şöyle bir ibare yazdı, yazma şekliyle aynen naklediyorum: ‘Zefkin feresiyesi olmaz!’ Kasetçi abimle utanarak helalleştim. Sonra da Unkapanı bloklarına kendimi attım.
Yok. Yok. Yok.
Kasetçi abim keşke haklı olsaydı. Keşke bütün o dinlediklerimden zevk alsaydım ama hayır! Bildiğiniz işkence çekiyordum. Çünkü öyle bir haldeydim ki; aradığım şeyin var olduğunu her nedense biliyor ama bir türlü bulamıyordum. Üstelik sorduklarında ne aradığımı tam olarak bilmediğim de ortaya çıkıyordu.
Ve böyle böyle yıllar yılları kovaladı. Youtube çıkıncaya kadar şunla bunla idare ettim sayılır. İstediğim müziği, istediğim lezzeti bir türlü bulamıyordum.
Ve dediğim gibi youtube çıkınca ben de web tasarımcı olmam sebebiyle, bu işleri biraz erken keşfetmiş biri olarak; bu siteyi kurcalarken bir şeyler buldum.
The Alash Ensemble adında Tuvalı bir müzik grubu "Dyngyldai" diye bir şey söylüyordu ama… Benim genetik hafızamda bir çark işletmeye başlatan bu ‘şey’… Neler olduğunu bilmiyordum ama kesin olarak bir şeyler vardı bu grupta. Özellikle enstrümanların tınıları çok tanıdıktı. Çocukken ne zaman dağa çıkıp aşağıda çayırları, tarlaları seyretsem kulağıma fısıldanan o sesi çok andırıyordu.
Nereden biliyordum ben bunları bilmiyorum ama bu sesler bana fazlasıyla tanıdık ve ‘benden’ geliyordu! Hele de TUVAlı bir müzik grubunun olması beynimi iyice alt üst etmişti. Çünkü hangi taşı kaldırsam altından TUVA çıkıyor ve ‘Ben yine buradayım!’ diye gülümsüyordu bana.
Anlamıyordum.
Benim müzik eğitimim yoktu. Dolayısıyla bulduğum şeyin ne olduğunu teknik olarak da açıklayamıyordum ama bu grup haricinde de Tuvalı başka bir müzisyen de o zamanlar Yorutube’da bulamadım. Fakat buradan izleri takip edebileceğimi düşündüm.
O izleri takip ede ede Azerbaycan’ın has müziğini buldum. Güney Azerbaycan müziği, aklımı başımdan aldı gitti. Irak Türklerinin müziklerine şaşırıp kaldım. Hoyratlar, resmen kanımı dondurdu.
Bütün bunlar TÜRK MÜZİĞİ idi fakat ben TÜRKİYEMDE bir tane bile Türk müziği bulamamıştım!
Şimdi diyeceklerdir ki ‘Aman efenim türküler türküler türkülerimiz!’. Hiç demesinler.
Çünkü şu yukarıda anlattıklarım benim çok yakın çevreme en az yüz kere anlattığım konulardır. O anlattıklarım arasındaki bir detaya burada da yer vereyim.
TRT Müzik radyo kanalını dinliyordum. Çünkü bir saat sanat müziği, bir saat da halk müziği veriyordu. Ama halk müziği saatini bir sebeple sürekli kaçırıyordum. Derken bir gün özellikle oturdum ve halk müziği saatini bekledim.
Program başladı. Sunucu dedi ki ‘Şimdi efenim programımıza Sivas yöresinden bilmem ne türküsü ile başlıyoruz. Tamam. Sazlar girdi. Güzel. Koro başladı. Sözler şöyle: Şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım yaaar… Peki. Sanırım bu, böyle bir nidaydı, şimdi başlar türkü dedim ve koro devam etti. Şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım yaaar… Peki… Bu da sanırım bir tür nakarat sayılır, sanırım şimdi başlar türkü; deyip bekledim ve koro, yine devam etti. Şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım şıkırdım yaaar…
Radyoyu fırlatıp mı kapatayım fırlatmadan mı kapatayım diye düşündüm ve işime yaracağı fikriyle, fırlatmadan sadece düğmesine basıp kapadım.
Yani o zamanlarda halk müziği diye dinlettirdikleri şeyler, bugünün türküleri değildi. Allah milyon kere razı olsun şu yeni nesil derlemecilerden. Sevgili Cengiz Özkan’a bu noktada hemen hakkını bu vesile ile iade edelim mesela. Keza ciddi ciddi söylüyorum, o türkü dedikleri şeylerin hepsi bir tür işkenceydi o dönemler. Yoksa o kadar ara tara; manyak mıyım ben? Mazoşist miyim de aramam gereken yeri atlayıp gidip başka yerlerde türkü arayayım. TÜRK arayayım.
Yoktu efenim, o zamanlarda böyle güzel işler yoktu. En azından biz ulaşamıyorduk!
Kim ne kadar savunursa savunsun kendini. Bu kadar kaliteli bir ortam değildi halk müziği sanatı adına ortada dolaşan işler. Eline sazı alan bar bar bağırıyordu. O bağırtının içinde, tırmalanan kulağım, mideme kırampların girmesi vesilesiyle doğru düzgün anlayamıyordum halk müziği denen şeyi.
Çocuktum belki ayrıştıramadım. Olabilir. Ama Alash grubunu da ben dinledim. Üstelik Alash bana kilometrelerce uzaktan sesleniyordu. Sanırım onları kanıksamam daha zor olmalıydı.
Ama hayır!
TUVAya kulağım, gönlüm bir su gibi akıyordu.
Neydi sebebi efenim?
Azerbaycan müziğinde, Güney Azerbaycan ve Irak Türklerinin müziğinde neydi beni kendine çeken? Saf TÜRK KÜLTÜRÜ! Ve bu kültür, iki binli yıllara kadar ülkemde pek nadirdiyse bu, benim kabahatim değildi!
Bu sebepledir ki; webdeki müzik kanalından izleri takip ede ede geldik bir yolun ortasına.
Ve baktık ki Halûk Tarcan hocamız da meğer aynen bizim gibi müziğin izini sürerken kendini Türklerde, hatta ÖN-TÜRKlerde bulmuş… Çünkü onun müzik eğitimi var. O, bulduğu şeylerin adını koyabiliyor, tanımını yapabiliyor. Devamını getirebiliyor. Ama ben! Cahillik işte bu sebeple sahiden zor zanaat… Hiçbir şey olmazsa, verdiği karın ağrısını yazsam; buradan bizim köye yol olur. Ve rahmetli Kazım Mirşan hocamızın kıymetini neden ve nasıl bildiğimizin sebepleri de bu noktada açıktır.
Çünkü bizim hislerimize dayalı olarak düşündüğümüz şeyleri, o; bizim yerimize cümlelere döküyordu ve biz sadece ‘EVET! EVET!’ demekle yetiniyorduk. ‘Doğru söylüyorsun, orada da Türk kültürü var, evet!’ diye çığlık atmalarımız müziğin sesini değil doğrudan kalbini dinleyebilmemizle ilgili bir olaydı. Ve benim de Halûk hocamın da gördüğü üzere, dünyadaki kültürün kalbi, TÜRK diye atıyordu. Türk izleri, asırlar geçse de kaybolmuyordu, silinmiyordu.
Bu sebeple Halûk Tarcan hocamın konuyla ilgili hikâyesini de buraya derhal almak istiyorum. Kendi dilinden, kendi söylemleriyle YOLUN BAŞLANGICINI aynen naklediyorum. Sonra da yazı çok uzamış olacağı için; bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, esenlikler diyorum.
HALÛK TARCAN : 'Bana, Centre National de la Recheche Scientifique (Bilimsel Ulusal Araştırma Merkezi – Paris) gerekli olan yarışmayı kazanarak girdiğimde, Türk olmam nedeniyle, etnolog ve müzikçi sıfatıyla ; - Anadolu Türk Halk Geleneksel Oyunları ve Müziğinin AKSAK denen tartılarının kökenini aramam görevi verildi. İddia edildiğine göre bu köken, Antik Yunan uygarlığında bulunuyordu. Bu büyük uygarlıkta çalışma fırsatını ele geçirmiş olmanın mutluluğuyla araştırmalara başladım. Fakat kısa sürede kökenin başka ülkelerde aranması gerektiği kanısına vardım. Balkanlar, İsviçre, İtalya, Fransa, Portekiz…. Atlantiği aştım. Güney, Orta, Kuzey Amerika… Kızılderililerin izini sürdüm. İlk sağlam şüpheler ya da bulgular ALASKA ESKİMOLARINDA KARŞIMA ÇIKTI (yerli halk Alaşka diyor). AKSAK tartılarla oynuyorlardı. İlk öğeyi bulmuştum. Behring yoluyla Kamçatka yarımadasına vardım. Başşamanı 5/4lük ağır aksak tartıyla oynadıkları geleneksek oyunlarıyla havaya fırlatıyorlardı. ARADIĞIM 3 ÖĞEDEN İKİSİNİ BULMUŞTUM. Yıllar sonra budun bilimci olarak Ön-Türkleri incelediğimde halk oyunlarının Tinsel değerini ve baş şamanın havaya fırlatılmasının ölümden sonra Tanrıya eriştirme kavramı olduğunun farkına varacak, halkımızın bu oyunlarla, çok sayıda binlerce yıllık bir büyük geleneği dolayısıyla Ön-Atalarımızdaki Varoluş Felsefesini yaşattıklarını keşfedecektim.
Kamçatka’dan sonra araştırmalarıma devam ettim. Yakutistan’da, kapkara parlayan uzun saçlı, tunç tenli bir Yakut güzelinin, diphonie yani gırtlaktan iki sesi birden çıkararak söylediği bir TÜRKÜ ile ilk defa karşılaşıyordum. Karşımda BİLMEDİĞİMİZ BİR UYGARLIK vardı.
Alaşka, Kamçatka, Yakutistan… Her üçü de kuzeyde buzlar arasında, dış ülkelerle çok az ilişkisi olan, binlerce yıllık olabilecek kültürleri, adeta buzdolabında saklı kalmış yöreler… Yakutçanın Türk dili için başvurulan en eski ve ilk kaynağını oluşturduğunu düşündüğümde Kuzey Doğu Asya’nın TÜRK KÜLTÜRÜ bakımından büyük önemi olması gerektiği sonucuna vardım.
ARADIĞIM ÜÇÜNCÜ ÖĞE, TEK HECELİ DİLdi. Burada takıldım kaldım. Çince bilindiği gibi tek heceli idi ama halk oyunlarının yapısının AKSAK tartılarla hiçbir ilgisi yoktu. Üstelik sonradan Çin Uygarlığından önce bir ÖN-TÜRK UYGARLIĞININ VARLIĞInı öğrenecektim. O yıllarda; en eski Türkçe SANDIĞIM Orhun Türkçesine başvurdum. Dilin tek hece ile hiçbir ilgisi yoktu. 1964’TEN 1984’E KADAR 20 YIL ÇIKMAZLARDA DOLAŞTIM. Ancak 1984 yılında adını hiç duymadığımız KAZIM MİRŞAN adlı bir araştırmacının Cumhuriyet gazetesindeki bir yazım nedeniyle bana göndermiş olduğu kitaplardan ALTI YARIQ TİGİN’de aradığım tek heceli TEK ÇEKİRDEKLİ TÜRK DİLİNİ, ÖN- TÜRK Dilini buldum. Öyleyse, geleneksel Türk Halk Müziği ve oyunlarının kökeni Orta Asya’da, tek heceli bir dil konuşan; çok – pek çok eski bir uygarlığa ait olmalıydı.
TÜRKİSTAN (Orta Asya) çocuğu olan Mirşan, tümü yazılı belgelere dayanarak Türklerin Orta Asya’da binlerce yıl öncesinden yola çıkan bir büyük uygarlığa sahip olduğunu ortaya koymuştu. Bu uygarlık, yazıyı icad etmişti. Evrensel uygarlıkların kökeninde bulunuyordu. TARİH, ONUNLA BAŞLIYORDU.'
Yazıda Bahsi Geçen Eser: Alash Ensemble / Dyngyldai